İmralı tutanakları bize ne söylüyor?

Haberin Devamı

Yeni İmralı süreciyle birlikte Öcalan’ın siyasi hayatımıza aktif bir aktör olarak girdiği yayımlanan tutanaklarla tescillenmiş oldu

Dünkü Milliyet’te Namık Durukan‘ın Abdullah Öcalan ile 3 BDP’li milletvekilinin İmralı’daki görüşmelerinin tutanaklarını yayınlaması tartışmasız bir şekilde gazetecilik başarısıdır. Tutanakların şu ya da bu bölümünden veya bütününden rahatsız olan bazı kişilerin bu yayından hareketle “İkinci Oslo” vb. benzetmeler yapmaları, işin içinde artniyet aramaları da abestir.

Bununla birlikte ortada bir sorun olduğu da muhakkak. Çünkü önceki günkü yazımızda http://www.rusencakir.com/Surec-iyi-gidiyor-ama-hep-iyi-gideceginin-garantisi-yok/1956 uyardığımız riskle bir kez daha karşı karşıya kaldık. Yani BDP ve Öcalan yine fazla öne çıktı. Bu da sürecin Kürt siyasi hareketinin öncülüğü ve hâkimiyetinde ilerlediği, hükümetin ikinci planda kaldığı gibi bir algıyı ortaya çıkardı. Bunun sorumlusu genel anlamıyla hükümet, özel olarak da görüşmeleri sürdüren MİT’tir. Devlet kamuoyunu süreçle ilgili bilgilendirmek için sistemli bir strateji geliştirmiş, buna uygun mekanizmalar oluşturmuş olsa bu türden yol kazalarıyla daha az karşılaşırdık. Örneğin gerek Ahmet Türk-Ayla Akat Ata, gerekse Pervin Buldan-Sırrı Süreyya Önder-Altan Tan’ın İmralı ziyaretlerinin ardından resmi ama kapsamlı ve doyurucu açıklamalar yapılmış olsa, belki bu tür sızdırmalara gerek kalmaz, olsa bile şimdiki gibi etki yaratmazdı. Dolayısıyla devlet eğer geri adım atmayacaksa bir an önce “olabildiğince şeffaf bir süreç” inşa etmek zorunda.

Bu uzun girişten sonra tutanakları tahlil etmeye çalışalım:

Öcalan büyük ölçüde bildiğimiz gibi

Tutanaklarda en dikkat çekici noktaların başında Abdullah Öcalan’ın kendisini her şeyin merkezine oturtması geliyor. Ama bunda şaşıracak bir şey yok. Geçmişteki yazı ve konuşmalarından biraz haberdar olanlar, onun bir dönem internet üzerinden yayınlanan “avukat görüşme notları”ndan birkaçını okumuş olanlar, bildikleri bir Öcalan’la karşılaştılar. Hatta zamanla ve sürecin doğasına da uygun olarak yer yer mütevazı davrandığı bile görülüyor. Ancak hep olduğu gibi tüm artıları kendisinin, tüm eksileri de PKK, BDP gibi diğer aktörlerin hanesine yazma huyundan vazgeçeceğe benzemiyor.

Erdoğan’a bakışı inişli çıkışlı

Öcalan uzun bir süre AKP hükümeti yerine TSK başta olmak üzere “devletin asli sahipleri” olduğunu düşündüğü güçleri önemsedi. Buna bağlı olarak AKP ve Başbakan Erdoğan’a hep mesafeli durdu ve kuşkuyla yaklaştı. 2007 seçimlerinden sonra Ergenekon, Balyoz gibi soruşturmalarla askeri vesayetin marjinalize edilmesiyle birlikte Öcalan da tutumunu kademeli olarak değiştirdi. Tutanaklar bize Öcalan’ın devlette tek muhatap olarak Erdoğan’ı aldığını (veya almak zorunda kaldığını) gösteriyor ama ona hâlâ tam olarak güvenmediğini de anlıyoruz. Erdoğan’a yönelik bu güvensizliğin Kürt siyasi hareketinin değişik kademelerinde de daha güçlü bir şekilde var olduğu düşünülürse sürecin hiç de kolay gelişemeyeceği sonucuna varabiliriz.

Başkanlık sistemine açık çek veriyor:

Öcalan’ın BDP milletvekillerine başkanlık sistemine alenen destek vermesi bir tür malumu ilan oldu. Çünkü daha önceki görüşmede de Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’ya, yeni anayasanın kritik bölümlerini AKP’ye yakın zamanda katılan Numan Kurtulmuş ve Osman Can’ın yazmasının uygun olacağını söyleyen Öcalan (http://www.rusencakir.com/Ocalan-Anayasanin-kritik-bolumlerini-Numan-Kurtulmus-ile-Osman-Can-kaleme-alsin/1924 ), iktidar partisiyle BDP’nin ortak bir anayasada anlaşmasına kapı aralamış ve bu durum CHP ve MHP’nin tepkisini çekmişti. Öte yandan Başbakan Erdoğan’ın PKK ve Kürt sorunlarını çözmek yerine başkanlık sistemini tesis için bu süreci başlatmış olduğu yolundaki, Kürt hareketinin bir bölümü tarafından da paylaşılan kaygıların Öcalan’ı fazla ilgilendirmediğini de bu vesileyle görmüş olduk.

Tutanaklar hakkında söylenecek, yazacak daha çok şey var ama burada keselim. Sonuç olarak yeni İmralı süreciyle birlikte Öcalan’ın siyasi hayatımıza aktif bir aktör olarak girmiş olduğu bu tutanaklarla tescillenmiş oldu. Buradan geri dönüşün tek yolu süreci yarı yolda sonlandırmak olur ki bu aşamadan sonra hükümetin böyle bir tercih şansı olduğunu pek düşünmüyorum.

Gülen cemaatine karşı cephede yer alıyor

Tutanakların en can alıcı kısmı, Öcalan’ın “7 Şubat süreci” diye de bilinen MİT krizi ve Fethullah Gülen hareketi hakkında söyledikleri. Anlatımlarından, Öcalan’ın hükümet ile Gülen cemaati arasında yaşanan krizin dışında kalıp derinleşmesini izlemek (hatta derinleşmesine katkıda bulunmak) yerine Erdoğan ve Fidan’dan yana aktif tavır aldığını; bu bağlamda yeni İmralı sürecinin 7 Şubat olduğunu anlıyoruz. Öcalan’ın Gülen ve hareketini birtakım küresel güç odaklarıyla irtibatlandırmak istediği ama bu konuyu muğlak bıraktığı da görülüyor. Gerek hükümet, gerekse Gülen hareketinin ortada bir mücadele/kavga olmadığını ısrarla vurguladıkları bir dönemde Öcalan’ın açık bir kamplaşma tasvir etmesi ve kendisini net bir şekilde hükümetin yanına konuşlandırması ciddi tartışma ve sorunlara yol açabilir.

MİT’e aşırı güveniyor

Başbakan konusunda kafası karışık olan Öcalan’ın MİT ve Müsteşar Hakan Fidan noktasında herhangi bir tereddüdü yok. Öyle ki onun açmış olduğu aşırı kredinin MİT ve Fidan’ı zor durumda bırakabileceğini düşünenler de var. Diğer yandan Uğur Mumcu’nun ilk kez dile getirmiş olduğu “PKK’yı MİT kurdurdu” tezi bu vesileyle bir kez daha gündeme gelmiş durumda. Spekülasyonlar bir yana, Öcalan’ın bir önceki müsteşar Emre Taner’in döneminden itibaren MİT ile düzenli olarak görüştüğünü, yıllardır devlet katında aradığı muhatabı nihayet bulmuş olduğu düşüncesiyle onu sahiplendiğini söylemek daha doğru olacaktır.

DİĞER YENİ YAZILAR