Basın özgürlüğü sorunu, içeride ve dışarıda Türkiye’nin birinci gündem maddesi haline geldi. Öncelikle, gazetecilerin mesleki faaliyetleri nedeniyle soruşturmalara uğraması, yargılanması, tutuklanması ülkemizin demokrasisine ve buna bağlı olarak imajına çok ciddi gölgeler düşürüyor. En son olarak Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de tutuklanmalarını, “gazetecilik dışı faaliyetler”le açıklamaya ve meşrulaştırmaya çalışanlar (iç ve dış) kamuoyunun büyük bölümünü ikna edemiyorlar. Arkadaşlarımızın yayınladıkları ve/veya yayınlamayı planladıkları kitapları yüzünden tutuklanmış olduğu algısı çok güçlü.
Basın özgürlüğü konusunun ikinci ayağını “sansür” iddiaları oluşturuyor. Başta hükümet olmak üzere, değişik güç odaklarının medyaya müdahale ettiği iddiaları yıllardır dile getirilir. AKP döneminde de aynısını yaşıyoruz. Ancak bu iddiaların birinci derecede tanığı olması gereken medya patronları, genel yayın yönetmenleri, diğer üst düzey yöneticiler ve yazarlar genellikle sessiz kalmayı tercih ediyorlar.
Bana göre otosansür, sansürden çok daha vahim bir durumda. Medya yöneticisi ve çalışanlarının kendi kendilerini sınırlama, yasaklama eğilimleri, alışkanlıkları korkutucu boyutlarda seyrediyor. Kim, neden korkuyor? Korkmakta ne derece haklı? Bu soruları bir kenara bırakıp basın özgürlüğünün önündeki bir diğer vahim engele dikkat çekmek isterim: Gazetecinin gazeteciye yaptığı...
Ortalık tam bir savaş alanına dönmüş durumda. Taraflar acımasızca birbirlerini kurşuna dizmekle meşguller. Tabii böylesi bir savaşta herhangi bir kural veya ahlak aramak boşuna; seviye yerlerde sürünüyor. En rahatsız edici olansa gazetecilerin birbirlerini ihbar etmesi. Mesleki kıskançlıklar nedeniyle “muhabir” (haber veren) kelimesinin ortasındaki “a” harfinin kolaylıkla düşüverdiğini görüyorsunuz. Belli ki, her tutuklanan meslektaşları için bilgisyarlarına bir çentik atan kişiler var ortada.
Kürt sorunu hafızası
Ayıptır diyelim ve bu tatsız konuyu, inşallah bir daha dönmek zorunda kalmayacak bir şekilde keselim. Bugün size güzel bir çalışmadan söz etmek istiyorum. Gazi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Hüseyin Yayman’ın “Şark Meselesinden Demokratik Açılıma: Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası” adlı raporu bu. Hüseyin çok sıkı bir araştırmacıdır. Son yıllarda yaptıklarını yakından takip ediyor ve onun Türkiye’de Kürt sorununu en iyi bilen uzmanlardan biri haline gelmesini sevinçle ve imrenerek izliyorum.
Rapor SETA Vakfı tarafından yayınlandı. Bu vesileyle SETA hakkında da birkaç şey söylemek iyi olur. Washington’da gazetecilik yaptığım 2.5 yılda, herkes gibi ben de düşünce kuruluşlarının (think tank) faaliyetleri karşısında şaşkına dönmüştüm. Ülkemizde de benzer iddialı çok kurum var ama daha yolun çok başında oldukları da ortada. Daha kötüsü bunların içinde, müşterilerine gerçekte olup bitenleri anlatmaktan ziyade, duymak istediklerini rapor diye sunanların sayısı epey fazla. Kurulduğu andan itibaren AKP’ye yakın olduğunu bildiğimiz SETA’nın, belki de şaşırtıcı bir şekilde, işini yaptığını görüyorum ki bu da beni memnun ediyor. SETA’nın, AKP’ye yakın bazı medya kuruluşları ve gazetecilere de örnek olmasını dilerim.
Tekrar Hüseyin Yayman’ın raporuna dönecek olursak, bu çalışmada Kürt sorununun 100 yıllık bilançosu, esas olarak konuyla ilgili olarak hazırlanan raporlar (ki çoğunluk devlet tarafından hazırlatılmış) üzerinden çıkarılmış. 1925 tarihli Abdülhalik Renda ve yine aynı tarihli Cemil Uybadın raporlarıyla başlayıp, İsmet İnönü, Celal Bayar raporlarıyla devam edip aklınıza gelen veya gelmeyen bir dizi sivil toplum kuruluşunun son günlerde peşpeşe yayınladıkları raporlarla sona eren tam 508 sayfalık (büyük boy) bir kitap bu. Yayman kitabın sonuna hem özlü ama ufuk açıcı bir Kürt sorunu kronolojisi eklemiş, hem de “Çözümün Neresindeyiz?” başlığı altında incelediği 70 raporda öne sürülen çözüm önerilerini ve bunlarda gelinen noktaları bir tablo haline getirmiş.
Çok şükür ülkemizde birbiriyle didişmek yerine iş üretmek derdinde olan insanlar var.
Tutuklunun kitabına dokunma!
Yatanlar bilir kitaplar cezaevlerinin olmazsa olmazlarıdır. Ama gerek cezaevi idareleri, gerekse ülkeyi yönetenler, özellikle siyasi davalar nedeniyle yatanların kitap edinme, bulundurma ve okuma haklarına karşı çok hoyrat davranırlar. 12 Eylül döneminde cezaevlerinde kitaplarımızın bizler kadar çile çektiğine tanık olmuştum. Ama bugün de benzer uygulamalar olduğunu duyuyorum. Mesela Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nden bir tutuklu, idarenin “adınıza kayıtlı değil” diye kitaplarına el koyduğundan yakınıyor. 12 Eylül döneminde de başımıza gelirdi: Kitaplar tek tek kişilere kaydedilir, onların tahliye olması veya başka bir cezaevine sevki durumunda kitaplarını da götürmesi istenirdi. Halbuki giden birinin gerideki arkadaşlarına bırakacağı en güzel miras kitaplarıdır. Bu tür saçma bahanelerin bugün de geçerli olduğunu öğrenmek insanı kahrediyor.