Devlet şefkati Kürt sorununu çözer mi?

Haberin Devamı

1980’li yılların ortalarından 1990’ların sonlarına kadarki bir zaman diliminde, büyük gazetelerimizin birinci sayfalarında düzenli aralıklarla, Güneydoğu’da küçük çocuklarla futbol oynayan “süper vali” veya yine çocuklara şeker dağıtan emniyet müdürleri fotoğrafları basılırdı. Bu fotoğraflar, devletin bölge insanına (tabii ki Kürt denmezdi) “şefkati”nin kanıtları olarak gösterilirdi.

O tarihlerde devlet (ve onunla paralel giden büyük medya) “terör sorunu”na odaklanmıştı. Güvenlik güçleri kırsal alanda PKK ile mücadele ederken yerleşim birimlerinde de devlet görevlileri halkın örgüte uzak, devlete yakın olması için çabalıyordu. Ne var ki kimlik eksenli her türlü hak ve özgürlük talebini görmezden gelen devletin Kürtlere “şefkat”ten başka verebileceği pek bir şey yoktu. Kısacası, “bölge halkını kazanma” olarak adlandırılan bu strateji, “Kürt sorunu”nun varlığı kabul edilmediği için etkili olamadı.

Bu noktada belki de tek istisna Diyarbakır’ın efsanevi Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’dır. Ancak onun yıldızının Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesinden sonraki nispeten sakin ve çözüm umutlarının yeşerdiği bir ortamda parlamış olduğunu da unutmayalım. Unutmamak gereken bir diğer noktaysa Okkan’ın kendi halindeki Kürtlere ne kadar yakınsa Kürt siyasi hareketinin temsilcilerine o kadar uzak olmasıydı.

AKP ile değişen

2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte devletin Kürt sorununa bakışından çok ciddi değişiklikler olduğu kesindir. Erdoğan’ın 2005’te Kürt sorununun varlığını kabul ettiği Diyarbakır konuşması ve 4 yıl sonra startı verilen Kürt açılımı bunun kanıtlarıdır. Her ne kadar açılımdan bu yana hükümet tarafından pekçok geri adım atılmış, Erdoğan arada sırada “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” şeklinde çıkışlar yapmış olsa da, o bildik benzetmeyle, cin çoktan şişeden çıkmış durumda. Yani devletin Kürt sorununda “red, inkar ve asimilasyon” politikalarına dönüşü artık neredeyse imkansızlaşmıştır.

Bu tespitlerimle, Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven ile Tunceli Emniyet Müdürü Hayati Yılmaz hakkında sırf yaptıkları bazı “insan eksenli” açıklamalar yüzünden inceleme başlatılmış olmasının örtüşmediğinin farkındayım. Haklı olarak şu soruluyor: Neden devletin bölge insanına daha anlayışlı, şefkatli olmasını isteyen bürokratlara bile tahammül edilemiyor?

Yakın dönemden örnekler

Bu soru haklı ancak olay galiba göründüğü kadar basit değil. Çünkü Güneydoğu’ya halkla iyi ilişki kuran, kurabilen bürokrat yollamak AKP hükümetinin karşı çıktığı bir şey değil, hatta tam tersi söylenebilir. Öyle ki bu yönleriyle temayüz etmiş iki Diyrabakır valisinden Efkan Ala Başbakanlık Müsteşarlığı, Hüseyin Avni Mutlu ise İstanbul Valiliği ile ödüllendirildi. Bir diğer örnekse Hakkari Valisi Muammer Türker’in genç yaşta MGK Genel Sekreteri yapılmasıdır.

Ala, Mutlu, Türker gibi isimler geçmişteki benzerlerinden farklı olarak, Kürtleri “devlet yanlısı yapma” yerine, “devlet karşıtı olmaktan çıkartma”yı hedefliyorlardı, bunda belli ölçülerde başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Geçmişten bir diğer farkları da yasal Kürt siyasetçilerin meşruiyetini kabul etmeleri, onlarla belli ölçülerde diyaloğa geçmeleriydi.

Anlaşılan hükümet (yoksa Başbakan mı demeliyiz?) tam da Kürt sorunu konusunda ne yapacağını bilmediği kritik bir dönemde Recep Güven ve Hayati Yılmaz’ın ayrı ayrı yaptığı çıkışları zamansız bulmuş ve bir tür “rol çalma” olarak algılamış. (İşkencecilikten suçlanan İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Sedat Selim Ay’a kalkan olan Erdoğan’ın, onun kadar kritik görevleri olan Güven ve Yılmaz’a açıkça tavır almasının “rol çalma” algısının ötesinde de birtakım nedenleri olabilir.)

Neyse, başlıktaki sorumuza dönecek olursak: “Devlet şefkati Kürt sorununu çözer mi?” sorusunun cevabı tabii ki hayır olacaktır. Çünkü çözüm için devletin öncelikle Kürtlerin talep ve beklentilerini gözetmesi ve bunların gereğini yapması şarttır. Tabii bunları yaparken şefkatli davranması da hiç fena olmaz.

DİĞER YENİ YAZILAR