4 Kasım 2008 günü ABD’de yapılan başkanlık seçimini Barack Hussein Obama’nın kazanmış olması dünyada geniş yankı uyandırmış, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede kamuoyları Obama’yı, en azından dünyayı George W. Bush’tan kurtardığı için coşkuyla alkışlamıştı. NTV’de Mirgün’le (Cabas) birlikte yaptığımız “Yazı İşleri” programına, o tarihte Yeni Şafak’ta yazan Fehmi Koru’yu konuk ettik. Söz Obama’dan açıldı ve tabii ki Türkiye’ye ve yine tabii ki Başbakan Erdoğan’a geldi. O günlerde Erdoğan Kürt sorununda, bugünkü kadar olmasa da “şahin” bir strateji izliyordu ve Koru’nun da dahil olduğu birçok kişi bu durumdan rahatsızdı. Şimdi Koru’nun o programdaki bazı sözlerini hatırlatmak istiyorum:
“Türkiye bugün Amerika’da yaşananı 2002 seçimlerinde yaşadı. Daha sonra kendisi de ‘zenci’ metaforunu kullandığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, Erdoğan Türkiye için Obama’nın ABD’de başkan olmasına eşdeğerde bir gelişimin sonucu olarak ve büyük bir zaferle başbakanlığı elde etmişti. Siyasi yasaklıydı. 2002’de Meclis’e bile girememişti ama önüne konulan engeller kalktı ve sonunda başbakanlığa kadar yükseldi. Yani Türkiye’de bugün ABD’de yaşanana benzer bir süreç yaşanıyor. Ancak Türkiye’de 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı, fakat 2008 yılına geldiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor...
Hükümetin insan hakları, demokrasi noktasında son zamanlarda biraz kendi çizgisinden saptığı kanaatindeyim. Kürt sorununa yaklaşım da bunu en ciddi şekilde dışarı vuran bir olay. Aslında çok basit tedbirlerle bu sorunu geride bırakmamız mümkünken, kalkıp tekrar 1990’ların başlarının şartlarına, yani terörle Kürt sorunun birbirine karıştırıldığı ve dolayısıyla sanki bu iş tanklarla silahlarla çözülecekmiş gibi bir anlayışın hakim olduğu dönemde doğru yol aldığımız hissini bana veren birtakım gelişmeler yaşanıyor bu da beni doğrusu rahatsız ediyor.
DTP çizgidışı, siyasetdışı sistem dışı gerilimler peşinde, tamam, ama iktidarın bu gerilimleri düşürmesi, tansiyonu düşürmesi gerekirken onu daha da yükseltici çıkışlar yaparak 2007 seçiminde elde ettiği çok açık olan bölgedeki üstünlüğünü elinden kaçırıyor.”
Koru’nun benzetmesi, hak ettiği gibi kamuoyunda çok geniş ilgi gördü. Tabii Erdoğan da sessiz kalmadı ve üç gün sonra, partisinin İstanbul Bağcılar İlçe Kongresi’nde, Koru’ya, adını vermeden “Sevsinler seni, yazıklar olsun. Biz ne Obama’yız, ne Bush’uz. Biz, biziz. Bizi, kimseye benzetmesinler” diye cevap verdi.
Koru’ya yapılan haksızlık
Bütün bunları neden hatırlatıyorum? Birincisi, tıpkı Nuray Mert, Hasan Cemal gibi diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, Kürt sorununun Erdoğan’ın bir tür “yumuşak karnı” olduğunun; kendisinin bu konudaki eleştirilere özellikle tahammül edemediğinin altını çizmek için. İkincisi, Koru’nun o tarihteki sözlerinin hemen tümünün bugün de geçerli olduğunu düşündüğüm için. Üçüncüsü, aleni bir haksızlığa itiraz etmek için. Şöyle ki, son dönemde medyada bazı gazetecilerin hükümetten, özel olarak da Erdoğan’dan korktukları üzerine peşpeşe polemik yazıları çıkıyor ve Koru’nun da adı bu bağlamda geçiriliyor.
Halbuki Koru, benim izlediğim kadarıyla, Erdoğan Kürt sorunda açılım yaptığında açılan, kapandığında kapanan; bu arada açılır veya kapanırken işi ifrada vardıran birçok meslektaşımızdan epey farklı ve saygın bir yerde duruyor. (Bir de tabii, “demirden korkup trene binmeyen”, yani ne olur ne olmaz diye Kürt sorununa mümkün olduğunca değinmeyenler var.)
Koru’nun 2008’de olduğu gibi bugün de Kürt sorununda sertliği temel alan yaklaşımdan rahatsız olduğunu, buna bağlı olarak KCK operasyonlarını eleştirdiğini okurları görüyor. Hatta bu yüzden, devlet içindeki sertlik yanlısı odakların tetikçilerinin saldırılarına maruz kaldığını da biliyoruz.
Derdim, medyadaki malum polemiklere ucundan kenarından bulaşmak değil. Kaldı ki kavgada en çok dayağı araya girenin yediğini de iyi bilirim. Fakat “korkan gazeteciler” tartışmasının layıkıyla yapılmasını ve bundan basın özgürlüğü anlamında olumlu sonuçlar çıkmasını istiyorsak, kişisel kaygı, hesap ve hesaplaşmaları bırakmamız şart. Yani bağcı dövmek yerine üzüm yemenin peşinde olmalıyız.
Eğer Türkiye’de basın özgürlüğünü samimi olarak tartışmak istiyorsak işe Kürt sorunuyla başlamamız gerektiği açıktır. Mesela Özgür Gündem Gazetesi yazarı Cengiz Kapmaz’ın neden tutuklu olduğunu sorabiliriz? Mesela asparagas olduğu kısa sürede anlaşılan, Öcalan’ın avukatlarından İrfan Dündar’ın “Kandil’de kalaşnikoflu pozu”nu birinci sayfalarından veren gazetelerin daha sonra özeleştiri yapıp yapmadıklarını sorgulayabiliriz...
Bush, Obama, Erdoğan ve Koru
Haberin Devamı