Hasan Cemal’i dün öğle saatlerinde aradığımda Van Havaalanı’ndaydı ve kar yağışı nedeniyle kalkıp kalkmayacağı belli olmayan uçağını bekliyordu. Üç gündür Milliyet’i takip edenler onun, yine Milliyet muhabiri Namık Durukan ve foto muhabiri Bünyamin Aygün’le birlikte Van’da, Erciş’te ve çevre köylerde dolaşan depremzedelerin sorunlarına tanıklık ettiğini biliyor. Ben de onun izlenimlerini, hem bir insan olarak, Vanlıların yaşadığı ve daha da yaşayacakları anlaşılan çile ve acıların yol açtığı üzüntüyle; hem de bir gazeteci olarak, bir kez daha “doğru zamanda doğru yerde olma”sına gıpta ederek okuyorum.
Zira bu depremde medya genel olarak çok başarısız bir sınav verdi ve vermeye devam ediyor. Kimsenin hakkını yemek istemem. İlk günlerde büyük kanallarımızın ana haberlerini Van’dan yapmış olmalarını; farklı gazetelerden az sayıda da olsa bazı meslektaşlarımızın ilerleyen günlerde de halkın dertlerini bizlere aktarmaya çalıştıklarını ve en önemlisi DHA’dan iki arkadaşımızın, Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir’in ikinci depremde hayatlarını kaybetmiş olduklarını tabii ki unutmuyorum. Ama medyanın Van performansının, yaşanan felaket(ler)in hayli gerisine düştüğü de son derece açıktır.
Otosansür illeti
“Neden böyle?” diye sorulacak olursa akla bir dizi cevap geliyor fakat bunlardan ikisi daha belirleyici gözüküyor:
1) Medyayı yıllardan beri bir tür esir almışa benzeyen ve onun her geçen gün daha fazla içinin boşalmasına neden olan otosansür. Şöyle ki bugün birçok medya kuruluşu, depremle ilgili yapacağı yayınlarda öncelikle, halkın haber alma hakkını ve toplumsal bir sorun/acı hakkında kamuoyu oluşturmayı değil bunların doğurabileceği siyasi sonuçları gözetiyor. Yani yayınların hükümete, muhalefete ve tabii Van söz konusu olduğu için BDP ve Kürt siyasi hareketine olası etkileri hesaplanıyor ve ona göre hareket ediliyor.
2) Sadece ülkemizde değil tüm dünyada gazeteciliğe ve habere bakışta çok köklü değişim ve dönüşümler yaşanıyor. Binbir kanaldan son derece hızlı ve çok haberin akıyor olması sadece okuyucu/izleyiciyi (yani tüketiciyi) değil aynı zamanda gazeteciyi (yani üreticiyi) de tembelliğe itiyor. Bunun sonucunda örneğin bir depremi yerinde izlemek, haberleştirmek yerine internetten, haber kanallarından şöyle bir izleyip, birkaç “uzman”ın söylediklerine şöyle bir kulak kabartıp yazıp konuşmak son derece olağan karşılanıyor. (Hatırlayalım, Eyüp Can, Radikal Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni olunca “sokak yazarlığı” diye doğru bir uygulamaya gitmişti, fakat fazla sürdüremedi.)
En kötüsü, çaresizlik
Hasan Cemal, sağolsun, bana bugün Milliyet’te çıkacak olan dördüncü ve sonuncu Van yazısını yolladı. Başlığı “Hayat bazen ne kadar acımasız!” olan yazısının bir bölümünde şöyle diyor: “Kimsenin yüzüne bakmak içimden gelmiyor. Bakışlarımı kaçırıyorum. Bana bir kurtarıcıymışım gibi bakmalarından rahatsız oluyorum çünkü... Dertlerini olanca içtenliğiyle döküyorlar. Yazmaktan başka elimden bir şey gelmeyeceğini bilmiyorlar. En kötüsü bu, çaresizlik...”
Cemal’in yazısı şöyle bitiyor: “Otelden dün sabah ayrılırken kar bastırmış, tipi halinde yağıyordu. Şu üç günde çadırlarda tanıdığım Vanlılar’a ‘Allah’a emanet olun!’ demek geldi içimden. Başka ne yapabilirdim ki?”
Bu satırları okurken aklıma Cemal’in “Barışa Emanet Olun!” gibi son derece güzel ve ümit verici bir başlığa sahip olan ve karşılıklı savaş çığırtkanlıkları yüzünden en azından şimdilik hak ettiği ilgiyi göremeyen son kitabı geldi.
Bir de tabii Başbakan Erdoğan’ın medya kuruluşlarının sahip ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda, adı (veya adları) nedense açıklanmayan bir (veya birden fazla) gazetecinin, herhalde ilk olarak Hasan Cemal’i ima ederek, bazı gazetecilerin Murat Karayılan’la mülakat yapmalarından şikayetçi olmasını hatırladım.
Galiba ülkemizde gazeteciliği de Allah’a emanet etmemiz gerekiyor.
“Barışa emanet olun”dan “Allah’a emanet olun”a
Haberin Devamı