Yaşar Nuri Öztürk'ün yaşı ve sevgilisi...

Haberin Devamı

TNT’deki programın o bölümünü İnternet’te izledim...

İnanılmaz bir değişiklik vardı Yaşar Nuri Öztürk’ün vücut dilinde...

Giyiminde, kuşamında...

Gömlek yakası bir düğme açılmış, dik yaka gömleğin üzerine bir ceket geçirmişti...

Bu haliyle bir İlahiyat profesörünü değil, Miami Vice televizyon dizisinde, oynayan yaşını başını almış eski jönlere benziyordu...

Hafif yanık bir teni vardı...

Vücut dili “genç bir kızla aşk yaşayan playboyvari bir auranın enstantanelerini” çiziyordu...

***


Dün Rasim Ozan Kütahyalı, Yaşar Hoca’nın kitaplarının arka kapaklarından, 1945 doğumlu olduğunu yazmış...

Bütün kitaplarının arka kapağında 1945 doğumlu yazıyor Yaşar Hoca için...

Oysa o iddia ediyor ki “kendisi 1951 doğumludur...”

Kitaplarında 66 yaşında görünen, ilk çocuğuna 68 yılında 23 yaşında sahip olan bir erkek, neden ısrarla kendisinin 1951 doğumlu olup, 60 yaşında olduğunu söyleme ihtiyacı duyar...

Tezinin bizzat eski eşi tarafından ısrarla çürütülmesine rağmen...

***


Yaşar Hoca’yı annem ve babam uzun yıllar öncesinin Ankara’sından tanıyorlar...

Hem de yakından...

Aynı üniversitede, aynı fakültede çalışmışlıkları var...

Pes yani...

Babamla beraber fakülte arkadaşlıkları çok eski yıllara dayanıyor...

Ben 59 doğumluyum...

“Yaşar Hoca’nın 51 doğumlu olması imkansız, en azından 45 doğumlu diyor annemle babam...”

***


O gün programda bir şeyi fark ettim...

Yaşar Hoca, öyle spontan bir soru üzerine “25 yaşında bir sevgilisi olduğunu” söylemedi...

Planlıydı bu açıklamayı yapması...

Bilerek yaptı...

Konuyu oraya getirerek taamüden, açıkladı 25 yaşındaki sevgisini ve evlenmeyi düşündüğünü...

Arada; Hoca’nın kitaplarının arka kapağının söylediğine göre 41 yaş farkı var...

Bunun hiçcbir önemi yok...

Ben kendimden 16-17 yaş küçük kadınlarla da aşk yaşadım...

O sırada, “bir gençlik ateşiyle birlikte olduğunuz zannından çok, bir aşkın iki tarafından biri olarak hissediyorsunuz” kendinizi...

***


Buna takılmıyorum...

Takıldığım bu ilişkiye başladıktan sonra yaşını küçültme çasbasıdır Yaşar Hoca’nın...

Bir de İlahiyat profesörünün, yakası açık dik yaka gömlek ve üzeri ceketlerle Miami Vice dizisini hatırlatan görüntüler sergilemesi...

İnsanların içinde ne fırtınalar kopuyormuş meğer...

Bir İlahiyat profesörünün içinde, kalan “olgun flörtöz ve son modayı takip eden çapkın bir erkek” imajının tohumları bütün şiddetiyle görülüyor Yaşar Nuri Hoca’da...

Bunu garipsemedim...

Aksettirilen görüntünün altında çok başka, ihtirasların, duyguların, fırtınaların olduğunu yıllar içinde hep gördüm ben...

Yaşar Hoca, 25 yaşında genç bir kadınla aşk yaşamaktan gurur duyuyordu...

Onu kendisine aşık etmekten, zevk alıyordu bir erkek olarak...

Televizyondaki vücut dilinden, mimiklerinden ve konuşma tarzından hissettiğim buydu...

Ne ilginç değil mi?..

Meğer neler varmış Yaşar Hoca’nın içindeki fırtınalarda?..

Sahici olmak en iyisi bu hayatta...

Hep sahici olmak hep sahici kalmak...

Rahmetli Ufuk Güldemir televizyonlarda yaratılan imajlara bakar bakar, “Bunlar birer televizyonu imajı” derdi, “Sanal bu tipler gerçek değil... Gerçek olan bizleriz...”

Anmak varmış Ufuk‘u böyle bir günde...

Nur içinde yat kardeşim...

*****


BENİM GÖZÜMDE DEŞİFRE OLANLAR...

Açık söyleyeyim...

İktidarlara göbekten bağlı basından beklerdim, olayları manipüle etmesini, değiştirmesini, örtmesini, gizlemesini...

Dinci, partici, Marksist-Leninist, ideolojik basından da beklerdim, olayların işine gelen yanlarını öne çıkartıp, işine gelmeyen yanlarını örtbas etme çabasını...

Bunların hepsinden beklerdim, çünkü bunların hepsi “zaten taraf”tırlar, taraf olduklarını inkar etmezler, taraf oldukları tarafa göre dünyayı okuduklarını baştan ilan etmişler...

***


İdeolojik gazetecilikle, demokratik salt gazetecilik arasında dağlar kadar fark var...

Biz sadece gerçeğin peşinde koşarız...

Gerçeği örtmeye çalışmayız...

Gerçeği değiştirmeye, eğip bükmeye gayret göstermeyiz...

Allah’ın bildiğini kuldan saklamak için, binbir takla atmayız...

Tersine o gerçeklerin üzerine üzerine yılmadan, bıkmadan, usanmadan gideriz...

Hadi gitmedik, gidemedik diyelim...

Dostlar araya girdi...

Arkadaş hatırıydı...

Kıramayacağın eşdost baskısıydı...

Fazla fazla olay çok büyük değilse, yaptığımız gazetede “büyük görmezdik, sütun aralarına ustaca gizlerdik” fazla infial uyandırmasın, milletin gözüne gözüne girmesin, iyice toz kalkmasın, çok da köpürmesin diye...

***


Böyle yaptığımızda bile, önüne geçemediğimiz bir vicdan sızısı içimizi kemirir, “bal gibi haberi yeterince büyütmedik” diye gizli gizli hayıflanırdık...

Hiç bilmezdim, 30 yıldır gazeteci diye tanıdıklarımın, göz göre göre olayları manipüle edebileceklerini...

Varolan olayları değiştirmeye çalışacaklarını...

Açık intibaları değiştirmek için, kelimelere, olaylara, söylenenlere ve yaşananlara takla attıracaklarını...

30 yıldır tanıdığım ve bağımsız sandığım gazetecilerin bir bölümünden yana ağır bir hayal kırıklığı yaşıyorum...

***


Meğer maniplasyonun babasını onlar da yaparmış...

Meğer göz göre göre olayları, “değişik yerinden allar pullar, millete başka türlü kakalamaya çalışırlarmış...”

Meğer “gerçek” peşinde koşmak değil, “çıkar” peşinde koşmak onların gazeteciliğinin düsturu olmuş...

Hak yemeğe başlamışlar...

Suçsuzu suçlu, suçluyu suçsuz izlenimiyle paketleyip sunmaya başlamışlar...

Bunlar eğer, onca yıldır, sevdiğim, en amansız saldırılara karşı koruduğum, üzerine laf söyletmediğim yapıtlarını, yazılarını, programlarını, belgesellerini ve haberlerini de böyle yapmışlarsa “vah bana...”

Yazık bana...

Sezen Aksu’nun sözlerini ve bestesini duyuyorum Aşkın Nur Yengi’nin sesinden şimdi kulaklarımda:

“Yalan mıydı biz mi aldandık?..

Yazık gençliğimize yazık...

Nasıl böyle iken yıprandık?..

Böyle mi sona erecekti?..

Böyle parça parça mı olacaktı?..

Bu kadar yalın mı yaşandı her şey?

Hem sana hem bana yazık...”

DİĞER YENİ YAZILAR