“Ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik ise göz kamaştırıcı mıdır acaba?.. Yüklerin en ağır olanı ezer bizi... Onun altında eziliriz, çöker kalırız...
Bizi yere yapıştırır bu ağırlık...
***
Öte yandan tüm çağlarda yazılan aşk şiirlerinde, kadın; erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler...
O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun imgesidir...
***
Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o kadar yaklaşır yeryüzüne... Daha gerçek ve daha içten olur...
***
İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun kalmak; insanoğlunu havadan hafif kılar; Göklere doğru kanat açar insan...
***
Bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur... Hareketleri; önemsizleştiği ölçüde özgürleşir...
Hangisini seçmeli o halde?.. Ağırlığı mı, hafifliği mi?..
*****
SEVGİLİYLE OLMAK MI İYİ, YALNIZ KALMAK MI?...
Ne istediğini bilememenin aslında son derece doğal olduğunu anlayıncaya kadar kızdı kendine Tomas... Sadece bir tek hayat yaşadığımız için; bu hayatı öncekilerle karşılaştıramaz ya da kusurlarımızı gelecekteki hayatlarımızda gideremeyiz; Bu nedenle de ne istediğimizi bilemeyiz...
***
Tereza’yla olmak mı daha iyiydi, yalnız olmak mı?.. Karşılaştırma fırsatı olmadığı için hangi kararın daha iyi olduğunu sınamanın yolu yoktu... Olaylar nasıl gelişirse öyle yaşıyoruz... Önceden uyarılmaksızın... Rolünü ezberlemeden sahneye çıkan bir tiyatro oyuncusu gibi... Yaşam öncesi ilk prova; yaşamın ta kendisiyse, ne değeri olabilir yaşamanın?.. Yaşamın hep bir taslak olması bundandır işte...
*****
BİR KADINLA SEVİŞMEK VE BİR KADINLA UYUMAK ARZUSU...
Şu sonuca vardı Tomas: Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur... Sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular... Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) göstermez kendisini... Uykuyu paylaşma arzusunda duyurur ve tek bir kadınla sınırlı olan bir arzudur...
*****
AŞKIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI...
“İçinde yaşadığı yeri terk etmek isteyen kişi mutsuz kişidir...”
***
Tereza’nın, arkadaşı Z.’yi değil de kendisini sevmiş olmasının sadece şans eseri olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu...
Tomas’a duyduğu, birleşmeyle sonuçlanan aşkın dışında, olasılıklar düzleminde, öteki erkeklere yönelik sonsuz sayıda birleşmeye dönüşmemiş aşk vardı...
***
Hepimiz yaşamımızın en büyük aşkının hafif, ağırlıksız bir şey olabileceği düşüncesini yekten reddederiz.
***
Aşkımızın ‘dört dörtlük’ olması gerektiğini, onsuz yaşamımızın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağını varsayarız...
*****
ANNE VE ÖZVERİ...
Tereza onun söylediklerini dinler ve anne olmanın yaşamdaki en büyük değer, anneliğin ise büyük bir özveri olduğuna kanaat getirirdi. Eğer anne, ‘özveri’nin cisimleşmiş haliyse, o zaman kız çocuk da onarılması mümkün olmayan ‘kabahat’ti demek ki...
*****
RASTLANTININ GÜCÜ...
Rastlantıların, sadece rastlantıların söyleyecek bir sözü vardır bize...
Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir... Sadece rastlantılar bir şeyler söyler bize...
*****
DÜŞME KORKUSU...
Gözü ‘daha yükseklerde bir yerde’ olan herkes günün birinde gözünün kararabileceğini, başının döneceğini hesaba katmalıdır... Nedir göz kararması, baş dönmesi?.. Düşme korkusu mu?.. Gözetleme kulesinin sapasağlam trabzanları da olsa bu korkuya kapılırız; neden?
xxx
Yok, gözün kararması düşme korkusundan farklı bir şey... Bizi çağıran, bizi kışkırtan, altımızdaki boşluğun sesidir göz kararması; düşme arzusudur... Bu arzunun karşısında dehşete kapılır, kendimizi korumaya çalışırız...
*****
SAVUNMASIZ AŞK...
Güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca...
Güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundaydılar.
Franz için aşk kendini eşinin merhametine bırakmayı özlemek demekti...
***
Bir savaş tutsağı gibi teslim olan kişi aynı zamanda silahlarını da bırakmak zorundaydı...
Gelebilecek darbeye karşı daha baştan savunmasız olduğu için de darbenin ne zaman geleceğini merak edip durmaktan kendini alamazdı... Franz için aşk sürekli bir darbe bekleyişi idi...
*****
POLİGAMİK ERKEKLER İKİ TÜRLÜ OLUR...
Oysa Sabina’nın içine girdiği an gözlerini kapıyordu...
Tüm bedenini kaplayan zevk, karanlığı gerektiriyordu, o karanlık anı, kusursuz, düşüncesiz, görüntüsüzdü; o karanlık anı sonsuz, sınırsızdı; o karanlık her birimizin içinde taşıdığı
sonsuzdu...
***
Çok sayıda kadının peşinde koşan erkekleri rahatlıkla iki kategoriye ayırabiliriz...
Bazıları bütün kadınlarda kendi öznel ve değişmez kadın düşlerinin gerçekleşmesini beklerler...
Ötekiler ise nesnel kadın dünyasının sonsuz çeşitliliğini ele geçirme isteğiyle davranırlar...
*****
MUTLULUK TEKRARLANMAYA DUYULAN ÖZLEMDİR...
İnsanoğlunun bütün bahtsızlığı şurada yatıyor...
İnsan zamanı; bir döngü izlemiyor; Onun yerine dümdüz bir çizgide ileriye doğru gidiyor...
***
İnsan bu yüzden mutlu olamıyor; mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir...
Evet, mutluluk tekrarlanmaya duyulan özlemdir, dedi Tereza kendi
kendine...
*****
AŞKLAR VE İMPARATORLUKLAR...
Aşklar da imparatorluklar gibidir; Üzerine dayandırıldıkları düşünceler un ufak olduğunda, onlar da
silinir gider...
*****
CENNETE DUYULAN ÖZLEM...
Cennete duyulan özlem insanın insan olmaya duyduğu özlemdir...” (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği... Milan Kundera)
*****
VAROLMANIN İÇİMDEKİ DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ...
Kolej’deki lise arkadaşlarıyla buluştuğunda; My Way (Kendi Bildiğim gibi) biçiminde özetlenecek hayatının başlangıç tarihinin, lise ikinci sınıfı bitirdiği 1975 yazı olduğunu fark etmişti Gazeteci...
***
Lisenin ikinci sınıfında başlayan kendi yolunda gitme mecrasının önemli duraklarından birisiydi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı ve filmi; Gazeteci için...
***
Kundera Nobel alan romanı 1982 yılında yazdı... 1988 yılında film Philip Kaufman’ın yönetmenliğinde vizyona girdi...
***
Tomas isimli poligamik, çapkın, genç bir Çek doktorun, 1968 Çekoslovakya’sındaki hayatını konu alıyordu film... Doktorun hayata ve kadınlara yönelik cezbedici arzularına karşın, Sovyetler’in Çekoslovakya’ya egemen kılmaya çalıştığı “komünist rejime” karşı, insancıl duruşunun; ilkeli pozisyonunun başına açtığı belaları konu alan bir filmdi...
***
Genç doktorun, hayata ve kadınlara karşı duyduğu poligamik ve renkli yaşam arzusuyla, genç bir kadına duyduğu tutkulu saf aşk arasında kalan, ikilemi, izleyiciyi sonsuz çelişkiler içinde bırakıyordu...
***
Genç doktor; hayata ve kadınlara karşı duyduğu yaşam iştahına karşın; komünist rejimin kendisinden talep ettiği “pişmanlık imzasını” vermeyi reddediyordu...
O pişmanlığı imzalasa, her şeye sahip olacaktı... Ama kendi yazdığı yazıdan pişman olduğunu söylemeye “ruhu ve kalbi isyan ediyordu...”
***
Doktorun soğuk savaş komünizmi karşısında taviz vermez insancıl duruşunun, ideolojik olmayan cazibesi romana ve filme buruk bir tat katıyordu, yaşanan aşkların fonunda...
***
Edebiyat tarihinin 20. yüzyılda yazılmış “insanlık dramını iyi anlatan” en önemli kilometre taşlarından biriydi Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...
***
Doktor Tomas gibi ideolojik bir bağnazlığı yoktu Gazeteci’nin... Onun gibi mesleğinde iyi olmanın dışında bir amacı bulunmuyordu...
Hayatı seviyor; mesleğini iyi yapmak istiyordu...
***
Tomas’a gadreden, ona hayatı zindan eden güç; Sovyetler’e bağlı Varşova Paktı’nın “gladyo”suydu...
Dünya; 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyılın ilk yıllarını; NATO ve Varşova paktlarının, “kontrgerilla örgütleri Gladyo’ların, insan hayatlarına gadreden “kanlı öyküleriyle” geçirdi...
***
“Gazeteci” gibilerin ve Tomas’ların hayatları, hiçbir kural tanımayan kontrgerilla cellatlarının “komünizmi ve faşizmi karşılıklı yok etme çarpıtmasıyla”, insanlığa yaptıkları zulümlerle geçti gitti...”
***
Amerika ve Rusya gün gelip dünyada barışın tarihini yeniden yazdıklarında; “cellatlar insan önüne çıkamayacak bir utancın gölgesinde yattıkları mezarlıklara sığınacaklar...
***
“Tomas”lar ve “Gazeteci”ler, ister Prag’da, ister İstanbul’da, ister Paris’te, Newyork’ta ya da Moskova’da; hangi su kenarında yatarlarsa yatsınlar; insanlığın barış dolu yeni geleceğinin, dürüst kalmış hatıraları olarak kalacaklar...