Hayatı gazetecilik mesleğinin kutsallığı...
Değişmez kuralları...
Öğretilen habercilik ilkeleri açısından değil...
Esasen;
İnsan ilişkileri...
“Başkalarına iyilik veya kötülük” olarak...
İnsanları rahatlatan ve mutlu eden şeyler yaparak ‘iyilik’ edenler...
Ya da onları korkutarak, ürküterek, zarar vererek, ruhları rahatsız ederek ‘kötülük’ edenler; olarak ayırdığımızda;
***
İster gazetecilik adı altında...
İster doktorluk...
İster avukatlık...
İster siyasetçilik...
Askerlik...
İstihbaratçılık...
Kulüpçülük...
Kooperatifçilik...
Patronluk...
Müteahhitlik...
Pazarcılık...
Kabzımallık...
Tezgahtarlık...
Polislik...
Memurluk...
Gibi akla gelecek gelmeyecek “insanlara katkı sağlama amacıyla oluşmuş tüm meslek gruplarında...”
***
Yahut insan ilişkilerinde...
Kadın...
Erkek...
Sevgili...
Anne...
Baba’lık görevlerinde...
***
Kime “iyi veya kötü” ne yapıyorsanız; bir süre sonra “yol su elektrik olarak” dönüyor size...
Hayatı bu perspektiften okuduğumuzda
Kendimize;
Mesleki...
Yurtsever...
Vatansever...
Dini...
Milliyetçi...
Laik...
Cumhuriyetçi...
Muhafazakar...
Pencereler biçerek, hayata baktığımız şeylerden çok daha “önemli“ olanın...
İnsanlara “ne yapıyoruzla” ilgili olduğunu anlayacağız...”
***
Biz mesleklerin aidiyetleri...
Ya da;
Vatanseverlik, dindarlık, milliyetçilik, muhafazakarlık, demokratlık, cumhuriyetçilik, laiklik gibi kavramların “öngördüğünü zannettiğimiz kalıpların...”
Kutsal;
İlkeleri...
Öğretileri...
İnanç sistemleri...
Vazgeçilmez değerleri...
Üzerinden hayatı okuduğumuzdan; “evrenin en basit ve en yalın“ ilkesini fark edemiyoruz...
“Neyi yaparsan; bir süre sonra aynısıyla karşına geliyor... Aynı duyguyu hayat sana yaşatıyor...
Bu sadece kötü olan şeyler için değil...
İyi veya kötü ne yaparsan buluyorsun karşılığını...”
***
Bir an için unutuverin mesleklerinizi...
Çıkartın eldivenlerinizi...
Bırakın bir an için kimin ne olduğunu ne olmadığını...
Ne görünüp ne görünmediğini...
Gerçekte ne yaptığına bakın...
Onu iyi izleyin...
İnsanlara...
Evrene...
Hayata...
Canlılara;
“Katkı mı sağlıyor?..
Yoksa katkı sağlıyorum adı altında; diğer canlıları rahatsız mı ediyor?..
Ruhlarına zarar mı veriyor?..
Hayatın doğal akışına ket mi vuruyor?..
Yaşamı mı huzursuzlaştırıyor...
Nefes almayı mı zorlaştırıyor?..”
***
Yakından izlediyseniz o insanları...
Bir süre bekleyin...
O hayatları yakından takip etmeye devam edin...
Bir müddet sonra;
Göreceksiniz ki;
Çevredeki ‘canlıları’ yani ‘ruhlar’ı, huzursuz eden...
Doğal gelişimlerine ket vuran...
Hayatın seyrini ‘zorla‘ değiştirmeye kalkan...
İnsanlara türlü yollarla ‘kazık atmaya çalışan...’
Onları yalan beyanlarla ‘aldatmaya kalkışan...’
Tüm canlılar;
Karma yasasının şaşmaz iradesiyle;
“Yaptıklarının çok benzeri eylemlerle; bu kez kendileri karşı karşıya kalıyorlar...”
Karşılaştıklar şeyin içinden çare üretmeye kalktıklarından;
Çaresizlik içinde kıvranıyor...
Ne yapacaklarını bilemiyorlar...
***
Bu yazıyı hiçbir somut konudan mütvellit yazmıyorum...
Yakınımda, çevremde ve dışımda bütün olaylar bana bu “olgunun şaşmaz işleyişini“ kural olarak gösteriyor...
Başlarına kötü şeyler gelenler;
Yaşadıkları olayla ilgili kimin sorumlu kimin sorumlu olmadığını kendi dillerince ifade etmeye çalışıyorlar...
Karşılaştıkları “şer“ gibi görünen olayın, tekil penceresinden hayatı okumaya ve ders çıkarmaya uğraşıyorlar...
***
Oysa herkesin başına gelen ‘şer ya da hayır‘ niyetine olaylar; “tekil bir vaka...
Müsebbipleri belli bir kaza” değil ki...
Bu olaylar esasen tekil değil...
“Kaza” hiç değil...
Pencereyi geniş tutmadan “neden”ini ve “niçin”ini görmek mümkün değil...
O dar çerçeveden; istikbali süzmek de mümkün değil...
İyi Pazarlar...
“BİRÇOK RUH EŞİNİZ VAR...”
“Tıpkı evinizden işinize gidebileceğiniz birçok yol olduğu gibi;
Sizi yaşamanız gereken o büyük hayata götüren de birçok yol vardır...
Oraya ulaşmak bir çeşit ‘yuvaya dönüş’tür...
***
Sizi kaderinize götürecek birçok mesleği seçebilirsiniz...
Aynı şekilde, her biri bünyesinde sizin için farklı bir dersi barındıran çok sayıda ruh eşiniz de vardır...
Hepsi içinizdeki büyümenize yardım etme, içinizdeki iyiliği açığa çıkarma becerisine sahiptir...
***
Unutmuş olduğunuz;
Mükemmellik...
Korkusuzluk...
Ve sevgi evine ulaşmak varoluş amacınızdır...
Seçtiğiniz yol uzun bir yolculuk anlamına gelebilir...
Bir başkasıyla düz bir yolda; bulutsuz mavi bir gökyüzü altında varacağınız yere giden ekspres yol da olabilir...
***
Geniş anlamda; bunun nasıl olacağı gün içinde aldığınız kararlarla belirlenir...
Siz yaşam hikayenizin yazıldığı metnin yardımcı yazarısınız...”
Robin Sharma...
HAYATIMDA YAPTIĞIM ÜÇ FARKLI MESLEK VE BAŞLAMAKTA OLAN DÖRDÜNCÜSÜ...
Ben kendimi bir süre öncesine kadar; sadece “gazeteci” olarak tanımlıyordum...
Bütün Türkiye beni öyle tanımlıyordu...
Çocuklarımın annesi bile beni anlatmak için “Gazeteci” isminde bir roman yayınlamıştı...
Ünümü, şanımı, şöhretimi, ekmeğimi, çevremi ve hayatımı “gazetecilikten kazandığımı” düşünüyordum...
***
Bu ilk bakışta doğru gibi gözükse de, esasen doğru ve gerçek değildi...
Evet ilk bakışta “iki ay içinde 35. yılını tamamlayacağım bir gazetecilik meslek yaşamım” vardı...
Oysa bu protokoler olarak öyleydi...
***
Gerçekte ben, yirmi yaşından otuziki yaşına kadar ilk mesleğimi icra etmiş...
Ankara’da, İstanbul’da, Atina’da ve dünyanın dört bir yanında gazeteci-muhabir olarak çalışmıştım...
Haber peşinde koşmuş, savaşların çatışmaların ve ülkelerin ortasında kalmış, haber kaynaklarıyla güvene dayalı ilişkiler kurmuş; yaşamımı “bir muhabirin gözünden, penceresinden zenginleştirmiş ve dersler çıkartmış” bir kişiydim...
***
Otuz iki yaşında Atina’dan İstanbul’a “sıfırdan başlar gibi döndüğümde”, aslında başka bir mesleğe adım atmıştım...
Televizyon programcılığı...
Televizyon programcılığı, gazetecilik veya televizyon muhabirliğinden çok farklı bir şeydi...
Milföy teorisine göre;
İlk işim olan gazetecilik ve muhabirlik; bu konuda bana çok yararlı olsa da, televizyon programcılığı; insanlarla ve geniş kitlelerle iletişim, izlenme, empati kurma, hayatı doğru montajlarla aktarma konularında yepyeni bir tecrübe, yepyeni bir mecra, yepyeni bir işti...
Gazetecilik ve muhabirlikten sonra benim ikinci işim, televizyonculuktu...
***
Kırküç yaşında ise esasen aktif televizyonculuğa nokta koydum...
Mesleğin ilk yıllarında içimde kalan; bir türlü gerçekleştiremediğime hayıflandığım; uğruna Atina’daki görevimi hiçe sayarak bıraktığım köşe yazarlığına geçtim...
Yine gazeteci gibi görünüyordum...
Ancak şimdi bir köşe yazarıydım...
***
Hayatı haber olarak değil; hayatı yorum olarak aksettiriyordum...
Eskiden bir haberi “nasıl yakalayacağım, nasıl paketleyeceğim, nasıl sunacağım” diye kafa yorardım...
Şimdi, hayatın ve haberin yorumuna kafa yoruyorum...
O yorumların doğru ve mükemmel olmasına çabalıyorum...
Onun dışında haberlerin nasıl yakalandığı konusuyla; “eğer gizli bir operasyonla sızdırılmamışsa” ilgilenmiyorum...
Bir zamanlar benimle çalışmış olan gazeteci ve televizyoncu kadrolar, bu işi şimdi mükemmel yapıyorlar...
Ben yaklaşık on yıldır sadece köşe yazarlığı yapıyorum...
Televizyonlarda da eskiden olduğu gibi moderatör olarak değil, köşe yazarlığından mütevellit yorumcu olarak yer alıyorum...
O da çok nadir olarak...
***
Köşe yazarlığı da bana; hayatın haberden veya televizyondan ibaret olmadığını, yaşamın yorumlanmasının, doğru okunmasının ve aktarılmasının önemini kavratıyor...
Hayatımı tahmin etmediği ölçüde zenginleştiriyor...
Keyiflendiriyor...
Sahicileştiriyor...
***
Sanıyorum bundan sonra, yazarlık devam ederken, nitelik de değiştirecek...
Hayatımın üç işinden sonra dördüncü işi de geliyor...
Daha baskın bir edebiyat yazarlığı mı bu?..
Yoksa sinema mı?..
Henüz hangisi önce olacak bilmiyorum...
Fakat yaşamımın dördüncü işinin gelmekte olduğunu bilmiyorum...
Görüyorum...
Hissediyorum...
Ama anlatamıyorum!..