Ankara’da diplomasi muhabirliği yapan genç bir gazeteciydim...
Milliyet gazetesinde çalışıyordum...
Tercüman gazetesinden hanım bir gazeteci meslektaşımla iki kişi İsviçre’ye davet edilmiştik...
Hayatımın, protokoler olarak en lüks gezilerinden birini yaşamaya başlıyordum...
Zürih’te, Cenevre’de, Bern’de kaldığımız otellerin tarihi dokusu, göl kenarlarında konakladığımız 5 yıldızlı otellerin lüksü ve ihtişamı karşısında şaşırıyor, hayatı böyle bir lüksle yaşamanın dayanılmaz hafifliğini ta iliklerime kadar hissediyordum...
***
Yemek masasına getirilen sıcak ana yemeklerin, her birinin tepemizde duran beyaz ceketli garsonlar eşliğinde, muhteşem bir şovla; “gümüş kapaklarının kaldırılarak servis edilmesine” hayatımda ilk kez Bern kentindeki o muhteşem tarihi otelin restoranında, tanık oluyordum...
***
İsviçre; geçirdiğim o günlerin ve gecelerin sonunda bana “cennetin dünyadaki show room’u olarak görünüyordu...”
Alice Harikalar Diyarında’ydım sanki...
Alice Harikalar Diyarında olmadığımı bana anlatan tek bir olay oldu o İsviçre ziyaretinde...
***
Bir akşam Bern Büyükelçiliğinde müsteşar olan genç bir Türk diplomat evine yemeğe davet etti bizi...
İhtişamlı otelimizden arabasıyla aldı, şirin rahat, konforlu ve çatı katı dubleksli dairesinde, ağırladı bizi, eşi ve çocuklarıyla...
Yemekler yendi, şaraplar ve rakılar içildi...
Herkes ağırlaşmıştı...
Hanım meslektaşımla kalkmak için izin istedik...
Bir taksi çağırırlarsa, rahat rahat otelimize gidebilecektik...
***
Genç Türk müsteşar “hiç öyle şey olur mu?..” diyerek bize baktı...
- “Ben götüreceğim sizi...” dedi...
Gecenin bir vaktiydi...
İsviçre’liler evlerine erken saatte çekildiklerinden, gecenin o saatinde evin bulunduğu sokak karanlık, ıssız ve korkutucuydu...
Ermeni terör örgütü ASALA militanlarının arka arkaya Türk diplomatlarını öldürdüğü günlerdeydik...
Türk temsilcilikleri ve diplomatları haklı olarak büyük bir stres ve baskı altındaydılar...
Gergindiler...
Özellikle Avrupa kentlerindekiler her an bir saldırıya uğrayabilirlerdi...
Canlı hedeftiler...
***
-“Yapmayın, etmeyin...” dememiz genç Türk diplomata fayda etmiyordu...
-“Sizi mutlaka otelinize bırakacağım... Gecenin bu saatinde taksi kolay bulunmaz buralarda...” diyordu da başka bir şey demiyordu...
Eşinin yüzünde tedirgin bir ifade vardı...
Kendisi de tehlikenin farkındaydı...
O sırada silahını aldı ve beline taktı...
O soğuk silah, sımsıcak geçen akşam yemeğinin yarattığı bütün havayı yok etmeye yetmişti...
***
Kendim için değil, bizi otele bırakan diplomat için korkuyordum...
Bizi bıraktıktan sonra tek başına, o ıssız sokaktaki evine nasıl gidecekti...
Adresi biliniyordu...
Her an bir terörist saldırının o sokakta hedefi olabilirdi...
Gecenin o karanlığında ve ıssızlığında, içim cız etmişti...
ERMENİ OLAYLARINA DUYDUĞUM EMPATİ HİSSİ...
O diplomatın ismi; sonradan Atina, Bern ve Tokyo büyükelçilikleri, arkasından da milletvekilliği yapacak olan Gündüz Aktan’dı...
24 yaşındaydım...
Bütün Türkiye gibi ben de, Türk diplomatları birer birer öldürülürken, evlerinden silahlarındaki şarjörü sürerek çıkarlarken, 1915 Ermeni olaylarını öğrenmeye başlıyordum...
***
Atina’da Ermeni örgütler basın toplantıları yaparken, protestolar yürüyüşler gırla giderken, bu arada Türk diplomatları dünyanın her tarafında öldürülmeye devam ederken, ben de olayları izlemek durumunda bir gazeteciydim...
Zaman zaman, hangi örgüt olduğunu bilmediğim basın toplantısı yapan Ermeni gençlerle konuşur, tam olarak ne dediklerini anlamaya çalışırdım...
***
Derin bir bağlantısı olmadan, dış dünyalarda görev yapan insanlar, “konuştukları grupların, partilerin, tarafların ve devletlerin” görüşlerine karşı töleranslı olurlar...
Görev yapabilmek için, karşı tarafa empati yapmak, “kör gözüm üzerine gitmemek” adettendir...
Hayat zaten sizi bir süre sonra kendiliğinden, daha töleranslı, daha anlayışlı, daha esnek bir hale getiriverir...
***
O yıllardan başlayarak, Türkiye’nin geçirdiği evrime paralel; yıllarca Ermeni meselesinde, geçmiş olayların üzüntüsünü bilen, duyarlılığını hisseden, empatisini geliştiren bir çizgi izlemeye başladım...
Hele Hrant Dink’in öldürülmesi olayı ve öncesinde, Hrant’a yapılan haksızlık beni önü alınmaz bir infiale sürüklüyordu...
***
Ermeni meselesi açıldı mı; karşı tarafla tartışmaya girmek yerine, olaylar hakkında derin teessürlerin bildirilmesiyle geçmişi arkada bırakacak bir formülün uygulanmasına çalışıyordum...
Her halükarda; kargadan başka kuş tanımayan, ırkçı ve agresif politikaları reddediyordum...
Tarihteki üzücü olayların “fazlaca üzücü olduklarını” düşünmeye başlamıştım...
“TARİH; TARİHÇİYİM DİYE ORTALIKTA DOLAŞAN ŞAKLABANLARI MAHKUM EDECEK...”
“Tarih sizi mahkum edecek...”
Gençliğimin en sevdiğim sloganlarından biriydi...
Kendim nahif olduğundan; “tarih” denilen “şey”in, her türlü tezgahtan, manüplasyondan, operasyondan; tarafgirlikten, subjektiviteden ve önyargıdan arınmış, bağımsız kurullar ve insanlar tarafından yazıldığını zannederdim...
***
“Tarihçiyim” diyenlerin, tarih yazdığını söyleyenlerin, tarihe tanıklık ettiğini iddia edenlerin, önemli bir kısmının; yalan söylediğini ve “yalancı olduklarını” anlamam için, benim 50 yıl bu dünya üzerinde yaşamam gerekiyordu...
Ne zaman ki kendi gözlerimle gördüğüm olaylar, “optik çarpıtmayla, yüz seksen derece tersyüz edilmeye başlanıyordu” o zaman “tarihe saygı duymamın ancak, sahtekarlık yapanların “yalancılığını, sahtekarlığını, tarihe ihanet eden üçkağıtçılıklarını” ortaya çıkardıktan sonra mümkün olabileceğimi” kavramaya başlıyordum...
***
Devletler; ellerinde bulundurdukları psikolojik algı yönetimi mekanizmalarıyla; duruma ve şartlara göre; “tarihsel olayları eğip büküyor;” günlük politikaya tarihten diplomatik bir dayanak oluşturacak malzeme çıkartıyorlardı...
Tarih bilimsel bir disiplin olmaktan çıkıyor, diplomasinin, politikanın, devletlerin günlük çıkarlarının eğilip bükülebilen zavallı bir argümanı haline dönüşüyordu...
DOĞU PERİNÇEK OLAYI VE HRANT DİNK...
“Ermeni soykırımı iddiası, emperyalist devletlerin bir oyunudur...” sözünü söyleyen Doğu Perinçek’in, “İsviçre’de mahkum edilmesi” akıllara ziyan bir olaydı...
Ermeni soykırımı var mıydı yok muydu?.. Bununla ilgili herkes bir şey söyleyebilirdi...
Ancak “Ermeni soykırımı var ve bunu inkar etmek, suç...” diyebilmek, haddini aşan, tarihi bilimsel bir disiplin olmaktan çıkartıp, günlük politikanın yaptırım aracı haline dönüştüren gaddar bir kasaba politikası taktiği olarak değerlendirilirdi...
***
Doğu Perinçek; İsviçre gibi “Ermeni meselesine ilk kez gece yarısı siyah bir silahın soğukluğunda hakim olduğum” bir ülkede, bunu söyleyerek yıllar süren bir hukuk savaşını başlatıyor ve “İsviçre’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum ettirerek” çok büyük bir iş başarıyordu...
Politik aktivist kimliğinin üzerine hakkıyla cuk diye oturduğu bir eylemdi bu eylem Doğu Perinçek’in...
Mücadelesi ve zaferi saygı duyulacak bir başarıydı...
***
Konu Ermeni soykırımı konusu değildi çünkü...
“Ermeni soykırımı yoktur” demenin İsviçre’de suç sayılmasıydı...
Tarihin bilimsel bir disiplin olarak egzersiz edilmesi değil, günlük çıkarlara göre devletlerin elinde oyuncak edilmesinin bir göstergesiydi...
Bu aynı zamanda Hrant gibi, kalbi dostluk ve sevgiyle dolu, bir Ermeni kökenli aydının da, gönülden arzulayabileceği bir mahkeme kararıydı... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, adına uygun; insanca verdiği karardan dolayı, düşünce özgürlüğü ve insaniyet namına alkışı hak ediyordu...