Pulitzer ödüllü yazar bir babayla, beş yaşındaki kızının öyküsünü konu alan ‘Babalar ve Kızları’ filmi önceki gün; Cuma vizyona giriyor...
Bu tür baba ve çocuklarını konu alan filmlerin vizyona girdiği haberi, nedense hemen bana ulaştırılıyor...
***
Dün; Amy Winehouse’ın belgesel filmini izlemeyi çoktan programıma almışken; Russell Crowe’un oynadığı Babalar ve Kızları filmini tercih etmekten kendimi alamıyorum...
Farkındayım ki, bu tür filmleri izlemekte zorlanıyorum...
Duygusal durumum hala fazla müsait sayılmaz bu filmleri izlemeye...
***
Ne var ki; Russell Crowe oynayacak...
Filmin adı Babalar ve Kızları olacak...
Bir trafik kazası sonucu annesini kaybeden beş yaşındaki Katy ile babası Jake Davis (Russell Crowe) başbaşa kalacak...
***
Yazar olan baba kızına tek başına sevgi verebilmek ve onu en iyi şekilde ve okullarda yetiştirebilmek için, hayatının bütün dizaynını değiştirecek...
***
Kaza sonrası yedi ay rehabilitasyon merkezinde kalıp tedavi olduktan sonra, önüne geçemediği nöbetlerle baş etmek zorunda kalacak...
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi; ölen eşinin, kız kardeşinin zengin avukat kocasıyla “beş yaşındaki kızının velayetini talep eden, histerik ve manipülatif davranışlarıyla mücadele etmek zorunda kalacak...”
***
Ben bu filme hala “duygusal nedenlerle gitmek istemiyorum...” diyeceğim ve filmden uzak duracağım...
“Akacak kan damarda durmaz...”
Babalar ve Kızları filminden uzak durma şansım yok benim; bunu biliyorum...
***
Filmi izlerken, kalbimin sıkışacağını, nefesimin daralacağını, kendimi alabildiğine sıkacağımı, kaskatı kesileceğimi, hiç rahat hissetmeyeceğimi, film değil Kate’in ve babasının hayatını bütün empatisiyle kendi hayatımla harmanlayarak yaşayacağımı bile bile, filme giriyorum...
***
İki saatlik filmi izlemek bir ızdırap bir azap halini alıyor benim için...
Filmin kötülüğünden... Çekilmezliğinden... Temposuzluğundan...
Oyuncuların rollerine oturmamasından...
Baba ve kızın hikayelerinin; paralel kurgusunun cuk oturmamasından kaynaklanmıyor; film boyunca duyduğum azap...
***
Tersine filmde tüm bu unsurların her şeyiyle mükemmel işlenmesinden kaynaklanıyor “içimdeki azap...”
Öykü o kadar gerçek ve sahici işleniyor ki; filmin sahiciliğinin içimde yarattığı volkanik patlamalar ve medcezirler, izlediğim şeyi film olmaktan çıkartıyor, son beş yıldır yaşadığım olayların, değişik bir versiyonuna dönüştürüyor filmi...
“Hayatıma ders kitabı olan ‘kapak’ olayların” flashback’lerine dönüşüyor film...
*****
“KALP RAHATSIZLIĞI OLANLAR” BU FİLME GİTMESİNLER...
Bir baba olarak Russell Crowe; “patates çipsim” diye çağırdığı güzeller güzeli küçük kızını, hayatındaki her şeyi vererek yetiştirmeye çalıştıkça, aleyhine açılan davalara karşı, daktilosu ve kızına olan sonsuz sevgisiyle ayakta kalmaya uğraştıkça; film güzelleşiyor, muhteşemleşiyor; benim ise içim darmadağın oluyor...
***
Hayatımın en acı...
En güzel...
En trajik...
En öğretici...
En mükemmel...
En beklenmedik...
En sevgi dolu beş yıllık dilimini hatırlıyorum...
İki kızım ve oğlum; babalarının filmi izlemeye çalışırken “büyük azap çektiğini”, kendi hayatının onlarla ilgili yaşadığı olaylarının flashback’leriyle, “beş yıllık ızdırabını” bir kez daha iliklerine kadar hissettiğini bilecekler sanırım bu yazıyla...
Başka da bir şey de söylemeye gerek yok sanıyorum...
***
Ne kadar büyütürsen olayları, o kadar duygusal bagaj yüklüyor çocuğun üzerine...
Bu gerçeği de Babalar ve Kızları filminde bir kez daha görüyorsunuz...
Bu yazım; bir film eleştirisi değil...
Bir hayatın rezümesi...
Kalp rahatsızlığı olanlar filme gitmesinler!...
*****
ÇETİN ALTAN’DAN BU YANA 40 YILDIR DEĞİŞMEYEN KARAKTER SUİKASTLERİ..
Dün Çetin Altan’ın yazdığı Büyük Gözaltı, Viski, Bir Avuç Gökyüzü ve Küçük Bahçe isimli dörtlü roman zincirlemesinin, “Büyük Usta”nın kendi yaşadığı acılı ızdıraplı yılların, uğradığı karakter suikastlerinin, itibarsızlaştırma, değersizleştirme, yıldırma süreçlerinin; edebileştirilmiş, romanlaştırılmış bir tezahürü olduğunu yazıyorum...
***
Ben o romanların hepsini, çıktığı yıllardan en fazla birkaç yıl gecikmeli okuyorum...
1972-1978 arası yazılan romanların dördünü de; fazla fazla 1980 yılında bitirmiş olduğumu hatırlıyorum...
***
O günlerde “Türkiye’de farklı düşünen, yazar çizer, sanatçı, akademisyen unsurlara karşı “nasıl bir linç süreci” yaşatıldığını” o romanları okuyarak, o satırları hissederek öğreniyordum...
***
Romanların yazılmasının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra; karşıma daha da acı bir tablo çıkıyor...
Kitapta Çetin Altan’a yönelik, 1960’ların sonu ve 70’lerin başında yapılan karakter suikastlerinin, kirli iftiraların, değersizleştirme ve itibarsızlaştırma çalışmalarının, hiçbir yöntem ve teknik değiştirilmeden; aynısıyla 35 yıl sonra bana da bire bir uygulandığını görüyorum...
***
Ailemi yok etmeye ve parçalamaya yönelik yayınlar...
Çocuklarımı benden koparmaya amaçlayan manşetler...
Babamın kariyerini tersyüz etmekten çekinmeyen yalanlar...
Kariyerimi, meslek hayatımı, itibarsızlaştırmaya, değersizleştirmeye çalışan sıfatlar, sözcükler, ‘uydurulmuş yalan görevler...’
İçtiğim içkiden, yaşadığım aşklara kadar; her şeye yönelik bir “kirletme kampanyası ve tezgahı...”
Hapse sokmaya, davalarla suçlu duruma düşürmeye çalışan iftiralar ve kirli tezgahlar...
***
Acı olan tablo, Türkiye’de 40 yılda yöntemlerin bile değişmemiş olması gerçeği...
Çetin Altan; “düello geleneği olmayan bu toplumda, çapraz ateşle arkadan pusu kurma yeteneğinin çok geliştiğini” ve kalleş suikastlerin bu yolla yapıldığını söyler...
Doğru...
Hala öyle yapılıyor...
Karakter suikasti de, tabancalı kanlı suikastler de, çapraz ateşle, arkadan, haince ve kalleşçe yapılıyor...
Büyük Usta; Türkiye’ye demokrasi gelmeden, bu dünyadan göçüyor olmaktan duyduğu hüznü anlatıyordu son yazısında...
“Torunlarıma daha iyi bir ülke bırakmak isterdim” dercesine...
Ben ise üzerinden yıllar geçse de çocuklarıma o Türkiye’yi bırakamayacak olmaktan korkuyorum...
Hiç ihtimal vermem ama; umarım bir mucize olur ve hayatın içinden bu “kalleş kültür” yok olur...