Yirmi yıl önce; 18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman; Newyork’ta Lincoln Center’daki Avery Fisher Solonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıkıyordu...
Herhangi bir Perlman konserinde bulunduysanız, bilirsiniz ki onun için sahneye çıkmak “hiç de küçümsenmeyecek bir başarıydı...”
***
Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmıştı Perlman...
İki bacağında da destekleyici ateller vardı...
Ancak koltuk değneğinin yardımıyla yürüyebiliyordu...
***
Onu sahnede, her defasında sadece bir adımı, zorlanarak ve kıvranarak atabildiğini görmek, hafızalarda unutulmayan hüzün veren bir görüntüydü...
Ağrılar içinde ama ihtişamla yürürdü sandalyesine erişinceye kadar Perlman...
***
Sonra yerine oturur, yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatırdı...
Daha sonra eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret eder ve çalmaya başlardı...
***
O zamana kadar izleyiciler Perlman’ın bu değişmez ritüeline alışmışlardı...
Sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken, sessizce oturur beklerdiler...
Bacaklarındaki klipsleri açarken, salonda inanılmaz bir sessizlik olurdu...
Seyirciler Perlman çalmaya hazır olana kadar çıt çıkarmadan saygıyla beklerlerdi...
*****
SALONDA PATLAYAN KURŞUN SESİNE BENZER SES...
Ancak o konserde daha baştan bir şeyler ters gitmeye başladı...
Perlman ilk birkaç satırı çalmıştı ki; kemanının tellerinden bir tanesi koptu...
Telin kopma sesini duymak mümkündü...
Salonun bir uçtan bir ucunu tabancadan fırlayan kurşun sesi gibi sarıvermişti ses...
***
Sesin ne anlama geldiğini anlamamak imkansızdı...
Akabinde ne yapmak gerektiğini bilmemenin imkansız olduğu gibi...
O gece konserde bulunan seyirciler kendi kendilerine şöyle düşündüler;
-“Anlamıştık ki Perlman’ın yeniden ayağa kalkması, bacaklarındaki atelleri bir daha takması, koltuk değneklerini alması, zorlana zorlana sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması zorunludur...”
***
Ancak Perlman öyle yapmadı...
Onun yerine bir dakika kadar bekledi...
Gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi...
*****
ÜÇ TELLİ KEMANI ÇALMAYA KALKMAK...
Orkestra başladı ve o kaldığı yerden bir teli kopmuş kemanıyla devam etti...
Kemanında sadece üç tel vardı...
Bu kez daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çalıyordu!..
Elbette herkes biliyordu ki, senfonik bir eseri sadece üç telle çalmak imkansızdır...
Bunu ben bilirdim, sen bilirdin, herkes bilirdi...
Ama o gece Itzhak Perlman bu gerçeği bilmeyi reddedecekti...
***
Onu; üç telli kemanıyla; parçayı kafasında modüle ederken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebiliyordunuz...
Bir noktada, neredeyse yeniden tonlamışcasına sesler çıkartıyordu kemanın üç teli...
Daha önce hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamaya çalışıyordu...
*****
KONSERİN SONU...
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı...
Akabinde seyirciler ayağa kalktılar ve tezahürata başladılar...
Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patlıyordu...
Herkes ayaktaydı ve bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor ve yaptığını ne kadar takdir ettiğini, beğendiğini anlatacak her hareketi yapmaya çalışıyordu...
***
Perlman gülümsedi; yüzünden akan terleri sildi...
Kemanını kaldırarak bizi susturdu...
Böbürlenerek değil, ancak sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi;
*****
“BAZEN SANATÇININ MİSYONU...”
-“Bilirsiniz bazen sanatçının misyonudur, elinde kalan aletlerle ne kadar daha müzik yapabileceğini keşfetmek...”
***
Tüm yaşamını bir kemanın dört teli ile müzik yapmak üzerine kuran Perlman, o gece yaşadığı bir talihsizliği, alışkanlığını bir kenara atacak bir cesarete çevirmiş; kemanın sadece üç teliyle müzik yapmaya o anda karar vererek, herkese unutulmaz bir gece yaşatmıştı...
***
Belki bizlerin de görevi yaşadığımız sallantılı, hızı değişen, ürkütücü dünyada, kendi müziğimizi yapabilecek cesarete kavuşabilmektir...
Tıpkı Perlman gibi...
Önce elimizde olan her şeyle...
Daha sonra bu imkansız olduğunda elimizde kalanlarla...
(Rabbi Wayne Dosick)
*****
STÜDYODA ALLAH’LA BAŞBAŞA KALDIĞIMDA...
Show TV’nin icra kurulunda, haber merkezini övmeyi “Harvard’da öğrendiği yönetim psikolojisi açısından” doğru bulmayan Erol Aksoy; nadir okazyonlarda dayanamayıp televizyon başarısı için;
-“Başardılar; Çünkü imkansız olduğunu bilmiyorlardı...” derdi...
***
Üzerinden on yıl geçmişti bu olayın...
“Türkiye’nin siyasi yapısının değişmesinin önünde engel olduğumuzu düşünenler” üzerimize operasyonlar yapmış, haber merkezinde herkes bir tarafa dağılmıştı...
CNN’den her gece bir televizyon programı yapmam için teklif geldi...
***
Eşim hamileydi...
Uzun zaman geçmişti ve artık ana haber bülteni yapmayı istemiyordum...
Onlarsa istiyorlardı...
-“Ben haber yapmak istemiyorum” dedim...
-“Televizyon programcılığına ilk başladığım yıllarda olduğu gibi, her gece 23.00’te bir program yapayım...” diye direttim...
Biraz da isteksiz kabul ettiler...
***
Eski ekipten o sırada çalışmayan, yapacağım yeni televizyon formatına uygun iyi olduğuna inandığım birkaç kişiyle görüştüm ve çalışmalara başladık...
Eşim 7 aylık hamileydi; iki ay sonra çocuklarım olacaktı...
Ekipten 4-5 kişi eski haber merkezimden olduğundan, rahat hareket ediyor, hamile eşimle ilgileniyordum...
Nasıl olsa, programın çatısını çakarlardı...
***
Televizyon programının başlayacağı gün, öğleden sonra 16.00 sularında; o sırada televizyonda yayın yapan bir başka programcının “daha yüksek paralar vererek, bende çalışan programcıları transfer ettiğini” duydum...
İlk programın yayınına birkaç saat vardı ve elimdeki bütün ekip “bir başka programa çalışmaya başlamıştı...”
***
İnanılır gibi değildi...
Programa saatler kala; ortada ne konu, ne konuk, ne bant ne de okunacak cam spiker metin vardı...
Tek kelimeyle sıfıra sıfır elde var sıfır bir durumla karşı karşıyaydım...
Yayına bu kadar az kala “ilk güne uygun iyi konu ve konuk” bulabilmek bile imkansızdı...
Durum her şeyiyle “felaket” görünüyordu...
***
On yıl önce eski patronun sözlerini hatırladım o sırada...
-“Başardılar... Çünkü imkansız olduğunu bilmiyorlardı...”
Konukları buldum...
Ancak ortada yine de ne okunacak bir cam spiker metin, ne hazırlanmış bir bant, ne de programın başında bana nefes aldıracak bir cıngıl vardı...
***
Dakikalar hızla geçti ve beni çeken kamera;
-“Abi yayına giriyoruz...” dedi...
“-Beş, dört, üç, iki, bir yayındayız...”
“Bir Allah vardı yukarıda... Bir de tek başına ben vardım stüdyoda...”
Öyle hissediyordum...
-“Merak etme sen...” dedim kendi kendime...
-“Onbeş yıl önce de öyle girmiştin Kanal D’de gecenin 02.00’sinde stüdyoya...
Allah’la başbaşa...”
Yürüdü gitti yayın; her zamanki gibi alnımın akıyla...
Çocuklarım o programın sinerjisinde açtılar gözlerini dünyaya...