Cumartesi öğlen saat 13 sularında Paris’e iniyorum...
Charles de Gaulle havaalanı bende çok değişik duygular uyandırıyor...
Paris’e geldiğim ilk 17-18 yıl, indiğim havaalanı bir iki istisna dışında hiç Charles de Gaulle olmuyor...
O tarihlerde Air France dışındaki uçaklar Orly havaalanına iniş yapıyorlar...
Türk Hava Yolları çok uzun yıllar boyunca Orly havaalanına inmeye devam ediyor...
***
1996 yılında hem yaz tatili, hem de televizyon programları üzerine çalışma yapmak üzere Amerika’ya gidiyorum...
Uzun sürecek bir Amerika seyahatinin sonunda, kısa bir escale yapmak üzere Paris’e iniyorum...
Yanımda o sırada birlikte olduğum, ünlü bir kız arkadaşım var...
Amerika’dan uçağa binerken Türkiye’de “aşk haberlerinin gazetelerde patladığını” öğreniyorum...
Uzun bir yolculuktan sonra, Charles de Gaulle havaalanına iniyorum...
***
Havaalanının farklı yapısı...
Hakkımda çıkan haberler...
Sabahın o saatinde Türkiye’yi arayıp, haberleri öğrenmeye çalışmam...
New York-Paris uçuşunun verdiği; ‘nasıl olsa; ne yolcular arasında ne de havaalanında beni tanıyan yoktur’ duygusunun yarattığı duygusal sığınak...
Charles De Gaulle havaalanını hayatım boyunca “duygusal sığınağım olarak hatırlayacağım; bir terminal yapıyor...”
***
Medyada “aşk haberlerinin” 19 yıl önce ilk çıktığı günlerin, Paris’e sığınılmış; duygusal öyküsü, Cumartesi sabahı Charles de Gaulle havaalanında, beni bir kez daha derinden çarpıyor...
O günlerde; “sarışın bir starla artistik patinaj yapan ünlü televizyon yıldızı”; gözümün önüne geliyor...
Gazete haberlerinin yayınlanmasıyla, hayatı nasıl yöneteceğini kara kara düşünen gazeteciyle; dışarı verdiği televizyon starı imajı arasındaki duygusal sıkışıklık gözümün önüne geliyor...
***
Aynı havaalanına, bu kez üç çocuğumla indiğimde;
Ondokuz yıl önce gazetelerin manşetlerinden kaçarcasına sığındığım havaalanı terminalinde, terörün Paris’lileri paralize eden soğuk yüzüyle karşılaşıyorum...
Bu şehre terör günlerinde ayak basmanın başlı başına cesaret sayıldığı bir dönemde, üç çocuğumla, havaalanı terminalinde verdiğim resim, gecikmiş bir şükran duygusunun telafisi niyetine belki de Paris’e...
PARİS’TE BİR GAZETECİ...
Ama daha önemlisi şu;
Hayatın bütün önemli virajlarında bana yakından tanıklık eden şehre; 15 yıl önce 41. yaş günümü kutlamak için tek günlüğüne geldiğimde, “gazetecilik ve televizyonculuk hayatının zirvelerinin zirvesinde”ki adamı seçiyor gözlerim...
Şehre tek başına gelen yalnız adamın, Eyfel manzaralı otel odasındaki saatleri, duygusal gelgitleri ve kendi kendine kutlamaktan ibaret doğum günü eğlencesi, gözümün önünden gitmiyor...
***
O gün Carl Orff’un Carmina Burana’sı Paris’teki bir otel odasında yalnız ve yarım kalmış öksüz bir senfoni haline geliyor...
Kutladığım ‘yalnız’ 41. doğum gününün ertesinde başlatılan 15 yıllık linç operasyonu “gazeteciliğimin sürüm sürüm süründürülerek katledileceği” bir yarım ve öksüz senfoni bırakıyor ardımda...
Cinayet kapalı kapılar ardında o günlerde planlanıyor...
***
Yüreğim bunların ağırlığının altında; ben Paris’e iniyorum...
Paris hüzünlü...
Paris yaratılan terörden paralize...
Paris bitkin ve yalnız...
Benimse hayatım; 15 yıl öncesinin doğum gününden başlayan gazeteci cinayetine inat; doğan çocuklarla çoğalıyor, yeni tohumlarla, filizleniyor, dünyaya gelen canlarla serpiliyor, cana katılan cananlarla tazeleniyor...
***
Cinayetlerin “gazetecileri öldüremediğini...
Ölümlerden yeniden doğduklarını... Doğanlardan çoğaldıklarını...” Hayat bana bu yıllar içinde teker teker gösteriyor...
***
O gün benden habersiz doğan Ayşe Nazlı şimdi 15 yaşında, babasıyla beraber Paris’e geliyor...
Yanında bulunan iki kardeşi 7 yaşları için gün sayıyorlar... Charles de Gaulle havaalanında babalarının 15 yıl öncesinden mütevellit duygusallaşmasını meraklı gözlerle izliyorlar...
PARİS DOĞU AVRUPA ŞEHİRLERİ GİBİ...
Her şeyin değiştiğini fark ediyorum Paris’te...
Şehir cıvıltısını, fıkırtısını, kıkırtısı kaybediyor...
Yaşam enerjisi gidiyor...
Paris’in dağlara taşlara yazılı ihtişamlı enternasyonalitesi, eski bir Doğu Avrupa şehrinin gizemli silüetine dönüşüyor... ...
Paris’le ilgili hiç tasvir etmek istemediğim bir metaforu, şehirde gezerken aklımdan uzaklaştıramıyorum...
***
Paris; bu haliyle Budapeşte, Sofya, Kiev, geçmiş zamanlarda Doğu Berlin, Belgrad ve Moskova’da yaşadığım o sisli, puslu ve gizemli havayı çağrıştırıyor...
İnsanlar azaldıkça, binalar ve taşlar heybet kazanıyor...
Yaşamın enerjisi kayboldukça, tarih ve taşların enerjisi galebe çalıyor...
***
Paris günün bitmek bilmez yaşam cıvıltısını, mimarinin insansız tarihi heybetine terkediyor...
Kötü değil...
Ama çok farklı...
Yaşam enerjisi sokaklara taşmıyor artık Paris’te...
Geniş bulvarlarda yürüyen insanlar tek tükler ve kahkaha atarak yanınızdan geçip gitmiyorlar...
Seine nehrinin kenarı, yalnız ve buruk akan Volga nehrini anımsatıyor...
Paris’te; ne İtalyan, ne Amerikan, ne İngiliz, ne Alman, ne Rus ne Japon turist göze çarpıyor...
Biraz Tatar; biraz Malez, biraz Hint, numune niyetine bir iki Yunan Paris’in yeni turizm haritasının aktör ve aktristleri...
***
Burnundan kıl aldırmayan, cafe’leri, şefleri, restoranları, otelleri, taksileri, markaları, şoförleri, gişelerdeki memurları, memureleri ne alemde?..
Onların öyküleri de bu köşede...
Yarından başlayarak yavaş yavaş, azar azar ve usul usul...
İtalyanların deyimiyle;
Piano; piano...