Hrant Dink’in kendi ağzından ölümün gelişi; “Başlangıçta, ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım...
Bu ilk değildi...
Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım... 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada ‘Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu’ söylediğim için ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum...
***
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım... Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum... Savcı, yazımın sadece bir başına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim ‘Türklüğü aşağılamak’ gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti...
***
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum...
Kendimden emindim...
Ama hayret işte!..
Dava açılmıştı...
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim...
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan Avukat Kerinçsiz’e ‘Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi’ dahi dile getirdim...
Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu...
***
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu... Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
‘Ya sabır’ çeke çeke...
Ama dönülmedi...
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi... Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi... Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum... Şaşkındım...
Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı...
***
‘Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız’ diye dayanmıştım günlerce, aylarca...
Davanın her celsesinde ‘Türkün kanı zehirlidir’ dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında... Her seferinde ‘Türk düşmanı’ olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle...
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı...
***
Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu... Tüm bunlara ‘Ya sabır’ çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum... Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı... Tek silahım samimiyetimdi...
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı... Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım...
***
Hakim ‘Türk Milleti’ adına karar vermişti ve benim ‘Türklüğü aşağıladığımı’ hukuken tescillemişti... Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi...
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı...
***
İşte bu ruh haliyle, ‘ülkeyi terk edip etmeyeceğim’i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: Aklanamazsam ülkemi terk edeceğim...
Çünkü ‘böyle bir suçu işlemiş birinin; kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur...’ Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım...
Tek silahım samimiyetimdi...”
KARA MİZAH
“Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı...
‘Kara mizah’ dedikleri bu olsa gerekti...
***
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?..
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor... İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki ‘Adalet sistemi’ne ve ‘Hukuk’ kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım...
***
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti, beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu... Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı...
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı...
Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi...”
YALNIZLAŞTIRIP ÖLDÜRMEK
“Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler...
Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık ‘Türklüğü aşağılayan’ biri olarak gören bir kesim oluşturdular...
Bilgisayarım; bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü...
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim...)
***
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı?.. Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil... Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence...
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren...
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum... Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye...
***
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik... Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım...
Başım onunki kadar hareketli...
Ve anında dönecek denli de süratli...
ÖDETECEKLERİ BEDEL...
İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..?
Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?..
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım...
Ve ailece yaşadıklarımız...
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu...
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek...
Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlikeye atmaya hakkım yoktu...
Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım...
***
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım...
Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı...
“Gidelim” dersem geleceklerdi; “Kalalım” dersem kalacaklardı...
Kalmak ve direnmek..
İyi de, gidersek nereye gidecektik?..
Ermenistan’a mı?.. Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı?..
***
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi... Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?..
Rahat bana batardı!
Biz çevremizdeki cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık...
Kalacaktık ve direnecektik...
ÜRKEK VE YALNIZ...
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız...
Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten...
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum...
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem...
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim...
Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?.. Bu arada şu gerçeği tek güvencem sayacağım... Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim.. Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz... Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler... Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce...”
***
Bunları yazdığı gün öldürüldü Hrant Dink...
Bu ülkede yazılan yazının bile katilleri durdurmayacağını henüz bilmiyordu...
*****
KENDİ AĞZINDAN ANLATIYOR HRANT DİNK KENDİ ÖLÜMÜNÜ
Dün; hayatımı, çocuklarımı, anne ile babamı ve yaşamlarını beş yıldır bir suikast zincirinin hedefi yapan “derin bir adresten ve suikastçilerden” bahsetmiştim...
Bir dünya haritası yayınladı dün...
“Gazetecilerin ölümleri”nin haritasını yayınlıyorlardı...
Bizim bölgemiz “tamamen kanla kaplıydı...”
Türkiye’de gazeteci ölümü; çok kolaydır...
***
Cinayet şöyle işlenir Türkiye’de;
Önce suçsuz ve günahsız yere hedef yapılır...
Sözcüklerinden tek bir cümle seçilir;
“İşte böyle söyledi... İşte böyle yaptı...” denmeye başlanır...
Kamuoyu buna hazırlanır...
***
Bunu diyenler, algıyı manipüle edip, o insanı hedefe bilinçli koyan; “derin odakların derin etki ajanlarıdır...”
Kendinizi savunamazsınız...
Kendinizi savunurken, bir ordu halinde tutulmuş ve üzerinize gelen etki ajanlarının saldırısına ve istilasına uğrarsınız...
***
Sonunda günahsız yere hakkınızda “suçlu algısı yaratırlar, hedef haline getirirler”; böylece infazın “işaret fişeğini tetiklerler...”
Cinayeti “adı sanı duyulmamış bir genç işlemiş görülür...”
Cinayeti işleyenler; aslında tetikleyenlerdir...
***
Bu kirli oyun Türkiye’de hep böyle oynanır...
Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürüldüğü gün; nasıl öldürüleceğini biliyordu; ve ölümünü adım adım bir güvercin ürkekliğiyle yazdı...
Bugün onun yazısının çok geniş bir kesitini yayınlıyorum...
Hrant Dink’in nasıl öldüğünü kendi ağzından okumanız için...
İnsanların bu ülkede nasıl öldürüldüğünü bilmeniz için...