Hamdi Akın ve Şafak Akın'la Dubrovnik'te bir gece...

Haberin Devamı

Onları karı-koca ilk kez Dubrovnik’te gördüm...
Fettah Tamince, Rixos Oteli‘ni açıyordu...

Medya patronları, en ünlü işadamları, siyasetin kodamanları, futbol dünyasının starları hepsi Dubrovnik‘teydi...

Sanırsam Başbakan da katılacaktı da son anda bir işi çıkmıştı...

Otelin havuzunun kenarında, gazeteci dostlarla şakalaşır ve konuşurken, Hamdi Akın ve eşi Şafak Akın’ı tanıştırdılar bana...

Son yılların en parlak işadamlarından biriydi Hamdi Akın...
Levent’teki Loft binası ve rezidansları, medya dünyasının ünlülerinin ikametgahıydı...

Açılışı büyük olay olmuştu, içindeki İtalyan restoranı, sosyetede dillere destandı...

Hamdi Akın, Fenerbahçe camiasında da etkin bir isimdi...

***


Zarif ve güzel eşiyle çizdikleri portre abartısız bir “Sindirella masalı”nı andırıyordu...

Sıcak bir adamdı Hamdi Akın...

Kolay samimi olurdunuz...

Pozitif enerji veren insanlar vardır, onlardandı...
Eşi de öyleydi sanırım...

Ertesi günü, resmi programı es geçip, Dubrovnik kalesinin içinde ünlü bir balık restoranına gittik...

Geniş bir masanın etrafında “kadın erkek ilişkilerinin konuşulduğu, yaşam ve ilişki guruluğunun bolca yapıldığı, hoş ve esintili bir yaz gecesiydi” geçirdiğimiz...

Hamdi Akın, Şafak Akın, Güneri Cıvaoğlu, Canan Cıvaoğlu ile otelin mimarları Murat ve Melkan Tabanlıoğlu‘nun bulunduğu cıvıl cıvıl bir masaydı, masamız...

***


Bugün gibi hatırlıyorum...

Masa erkek olarak Fransız Cumhurbaşkanı Sarkozy‘nin mi yoksa İtalyan Başbakanı Berlusconi‘nin mi kadınlar için daha çekici bir erkek portresi çizdiğini konuşuyordu...
“Sarkozy kadınlar için tartışmasız daha çekici bir erkek...” demiştim, “Kadınlarla aşk yaşıyor... Karısından aşk için ayrılıyor... Carla Bruni’ye aşık oluyor ve evleniyor... İyi aşık addedilen erkekler kadınlar için çekicidirler... Oysa Berlusconi öyle mi?.. Çıtır kızlarla para karşılığı seks yapan bir erkek portresi çiziyor... Ve bu haliyle kadınlar için çekici değil...”

***


Güneri Cıvaoğlu ilginç bir noktaya temas etmişti...
“Berlusconi’nin ilerlemiş yaşını unutmamalı” demişti, “O yaşta yeni bir aşk aramayabilir bir erkek gününü gün etmek isteyebilir...”

Genelde polemiklere girmekten çekinmem, sohbette tartışmayı da severim, ama Güneri Cıvaoğlu’yla korakor bir tartışmayı saygısızlık addederdim...

Bize meslek büyükleriyle, “eşit tartışmalara girmenin” doğru olmadığı gösterilmişti...

Usta çırak ilişkisinin geçerli olduğu bir meslekti gazetecilik...

Birebir çırağı olmasanız da, sizden 20 yıl öndeki bir gazeteci abinizle, ham ve görgüsüz bir tartışmaya girmezdiniz...

Zaten masadaki herkes Güneri Bey’le beni halef selef addediyordu, şimdi bir de halef görüldüğüm yerde selefimle görgüsüz bir tartışmaya girecek halim yoktu...

Güneri Bey’in Berlusconi’yle ilgili saptamalarını karşı çıkmadan dinledim...

***


Hamdi Akın ve eşi Şafak Akın gülümseyerek sohbeti izliyorlar, arada bir kısa saptamalarla tartışmaya katılıyorlardı...

Hafif bir esinti vardı o Dubrovnik gecesinde, ama esasen sıcak hakimdi...

Deniz lacivertti ve Adriyatik bütün ihtişamıyla ayaklar altındaydı...

Hayat elbet hepimiz için aşkları, beraberlikleri, evlilikleri, ayrılıkları ve boşanmaları içinde yaşatıyor...

Günlerdir gazeteler iki dostumun boşanma haberlerini veriyorlar...

En sonunda dün Hamdi Akın’ın demecini gördüm...

Bunalmıştı haberlerden ama daha önemlisi en yakınındaki insanla düşmanmış gibi gösterilmekten...

Şöyle diyordu:

“Eşimi aldattığım yolundaki iddiaları kesinlikle kabul etmiyorum... Bunlar asılsız ve dayanağı olmayan söylentilerdir... Ben ve ailem bu konuda çok yıprandık...

Boşanmayı ben istemedim... Yuvanın kurtulması için gereken mücadeleyi gösterdim... Araya girenler eşimi boşanmaması için ikna edemedi... Dilekçede yazılanlardan dolayı eşime sitem etmem gerekir... Çünkü evlilik kutsal bir müessesedir... İş ortaklığı değildir... Çocukları düşünmek, düşmanca davranmamak gerekir...”

***


Eşi Şafak Akın mı haklı olan, yoksa Hamdi Akın mı?..
Orası beni hiç ilgilendirmiyor...

Ama bir şey var ki yüreğimi derinden yaralıyor...

Uzun zamandır düşünüyorum ve işin içinden çıkamıyorum... En büyük düşmanlıklar, en tartışmalı davalar, mahkemede hesaplaşmalar insanların hep en yakınlarıyla oluyor...

Aynı masada oturduğunuz, aynı ülküleri paylaştığınız, aynı amaçlar için mücadele ettiğiniz eşiniz, iş ortağınız, yakınınız, arkadaşınız, işyerinizdeki patronunuz, komşunuzla genelde davalaşıyorsunuz...

Halbuki o Dubrovnik gecesinde bir arada otururken, hep aynı kaderi paylaşacakmış gibi hissediyordu masadaki çiftler...

Hatta arkadaşlar, dostlar...

O gece sorsalar kimse mahkemedeki düşmanının o masada oturduğunu tahmin etmezdi...

Hiçbirimiz etmeyiz...

Fakat bakıyorum anlaşmazlıklar ve davalaşmalar dışımızdaki ve ötemizdeki düşmanlarla olmuyor...

Tersine daha çok kader birliği yaptığımız en yakınımızdakilerle gerçekleşiyor...

O masada bulunanlar dışardaki “düşmanlarına” karşı hep başarılı olmuş, zaferler kazanmış insanlardan oluşuyordu...

Ama dışarda kazanılan zaferler, yanıbaşınızda kazanılamıyor... Çünkü yanıbaşınızdaki insanla yaptığınız mücadeleyi kazandığınızda ona zafer diyemiyorsunuz...

Esasen o ilişkiyi yüretemeyerek yenildiğinizi biliyor, başarısızlığınızı hissediyorsunuz...

Ne yazık bir durum bu hepimiz için!..

Ne güzel bir geceydi o Dubrovnik gecesi...

Tatlı bir esinti, güzel bir sohbet, keyif verici bir masaydı anılarda kalan...

İçimi burkan yanıbaşındaki insana karşı zafer kazanamayacak kadar kendini yenilmiş hissetmen!..

*****


EYLÜL SONBAHAR’I GETİRİRKEN ÇOCUKLAR YÜRÜYORLAR...

Dışarda hava alabildiğine esmeye başladı...

Rüzgar yolda yürürken, arabada giderken pencereden içeri girip teninize çarpıyor...

Eylül de geçiyor işte...

Geçip giderken Sonbahar’ı getiriyor Eylül...

Dalgaların gelgitleri sertleşti...

Denizin kıpırtıları çıtıpıtı görünümlerini terketti...
Deniz hafiften sertleştiğine, rüzgar yüzümüze çarpar hale geldiğine göre, hayat da sertleşecek gibi görünüyor...

***


Çocuklar büyüyorlar...

Mina yürüyor, arada bir büyümüş de küçülmüş gibi laflar ediyor...

Poyraz daha sessiz, sürüne sürüne gitmeye devam ediyor...
Birbirlerini belli belirsiz kıskandıklarını hissediyorum...
Hangisini kucağıma önce alırsam, hiç farketmiyor öteki anında arıza çıkartıyor...

İkisini aynı anda kucağıma alma şansım yok...

Zaten aynı anda kucağa alınırlarsa tatmin olmuyorlar...

Tek başına alınmak, yalnız ve özel hissetmek istiyorlar...

***


Tek çocuk olarak büyütüldüğüm günler aklıma geliyor...

Belli ki bebekliğimde, kardeşimin kucağa alınması gibi bir travmayı yaşamamışım Mina ve Poyraz gibi...

Sanırsam ondan, hayatımın sonrasındaki travmaların nihayete ermemesi...

Muhtemelen bir süre daha Poyraz ile Mina “kucağa tek başına alınmamış olmaktan” arıza çıkartacaklar...

Ya ağlayacaklar, ya tavır koyup başka tarafa gidecekler...
Şimdi öyle yapıyorlar çünkü...

İkisini birarada aynı mutlulukta tutmayı bir türlü beceremiyorum...

***


Dün akşam ilk kez, “İkiniz de benim dünya güzeli yavrularımsınız” dedim...

Baktım “tavır almaya hazırlanan Mina” aniden dönüp, Poyraz’la babasına gülümseyen bir bakış fırlattı...

Bir an için anladıklarını hissettim, ikisinin de aynı anda, birlikte “özel” olduklarını babalarının gözünde...

Eylül geldi geçiyor...

Gelip geçerken Sonbahar’ı da getirdi işte...

Çocuklar dünyayı anlamlandırmaya başlıyorlar...

Bilmiyorlar ki 50 yıl sonra bile hala yeni yeni anlamlar bulup çıkartacaklar o dünyada...

Mucizeler geliyor, Sonbahar rüzgarı yüzümüze çarpıyor...
Hayat akan deniz gibi önümde akıp gidiyor...

Tutmak istiyorum...

Tutamıyorum...

Akıp ve gidiyor, güzel güzel ve usul usul...

DİĞER YENİ YAZILAR