Hayat gösterildiği gibi değildir...
Hayatı başkalarına göstermeyi meslek edinenler de kendi hayatlarını insanların algıladığı gibi yaşamazlar...
Hrant Dink öldürüldüğünden beri, yazıları “çok içten ve altına imza atılacak” cinsten bulanlardan bir iki okuyucu, bir iftiranın yıllar sonra süren izdüşümlerini bana hatırlattılar...
“Bu suikastler karşısında bu kadar duyarlı olan siz, nasıl olup ta Ahmet Kaya’nın ‘linçe maruz kaldığı’ gece, sahneden şarkı söylettiniz?”
Ahmet Kaya’nın olaylı gecesini daha önce anlatmamamın nedeni, Hrant Dink olayını karıştırmak istemememden...
Ama tarihe yalanı değil gerçeği koymak zorundayım...
Hayat karşısındaki duruşumu netleştirmek durumudayım...
Hrant’da, Orhan Pamuk’da, Ahmet Kaya’da, geçmişte Çetin Altan’da, Yaşar Kemal’de, Zülfü Livaneli’de, Cem Karaca’da, Şanar Yurdatapan’da ve daha nicelerinde bir şeyi anlatmak zorundayım...
“Hrant Dink’im” diye bağıranları savunmak, herşeyi Hrant Dink gibi düşünmek anlamına gelmiyor...
Veya Orhan Pamuk veya Çetin Altan veya Yaşar
Kemal...
Yazarı, sanatçıyı, gazeteciyi sınırsız ve sonsuz düşünceleriyle koruyabilen, ‘toprak’ özgürlükler ve medeniyetler toprağıdır...
Orhan Pamuk’un bu ülkeden çekip gitmesi, bu ülkenin fakirliğidir...
Hrant’ın öldürülmesi gibi...
Ahmet Kaya’nın, geçmişte Nazım’ın, ya da Yaşar Kemal’in veya Zülfü’nün gitmesi gibi...
Yabancılar parayı çektiğinde, alarm veren piyasa, Orhan ya da Hrant gittiğinde alarm veremiyorsa, “piyasa refleksi, kendisini koruyacak demokrasi refleksine dönüşmemiştir” bu ülkede...
Şimdi gelelim Ahmat Kaya’nın nasıl “başının belaya girdiğine” bu memlekette?
1993 yılında Berlin’de bir konserde yaptığı konuşmayla başlayan soruşturma “yasadışı örgüte yardım ve yataklık” etmek suçuna kadar dayandırıldı...
10 Eylül 1999 yılında Münih’te düzenlenen bir konser sırasında Abdullah Öcalan’ı öven bir konuşma yapmakla suçlandı...
Kaya’nın o konser esnasında arkasındaki resim ve yazıları içeren,
fotoğraflar bir büyük gazetede birinci sayfada manşetten boy boy yayınlandı...
Sonra bir başka Münih konseri...
Yine aynı olaylar, yine aynı suçlamalar, yine aynı davalar...
10 Şubat’taki geceye ise ödül almaya gelmişti...
Aslında o gün, sıradan bir ödül gecesiydi...
Biraz içkili, biraz muzip, biraz da hayata meydan okurcasına “Kürtçe klip yapacağım” diye haykırınca, masalardan birileri “Ne oluyoruz” diye bağırdı...
Bu bağırtı salonda tahmin edilemeyecek bir patlamaya yol açtı...
Küfür edenler, protesto edenler, çatal bıçak fırlatanlar...
Tepkiler bitmek bilmiyordu...
Ahmet Kaya yerine geçirildi...
Kameraman ve gazeteci ordusu çevresini tamamen sarmış, her anı görüntülüyordu...
O da hızını alamamış konuşuyordu...
Birileri sahneye çıkıp, marş okutmaya çalıştılar...
Bir süre marş söylendi...
Salondaki tepkilerin ardı arkası kesilmiyordu...
Gece yöneticiliğini ve anchormanliğini yaptığım Show TV’den yayınlanacaktı...
Durumu yatıştırmak için birşeyler yapmam istendi...
Sahne doluydu...
Salonda her kafadan bir ses çıkıyordu...
Tek bir şey aklıma geldi...
O durumu yatıştıracak...
Sahneye çıktım...
Türk ve Kürt kökenli bütün sanatçıları bütün gücümü kullanarak sahneye aldım...Beraberce “memleketim” şarkısını söyleyelim dedim...
Marşın falan hiç zamanı değildi...
Gerginlik iyice tırmanır, orada gerçek bir lince dönüşebilirdi...
“Memleketim” şarkısı ortak paydadır diye düşündüm...
Hani..
“Havasına suyuna,
Taşına toprağına,
Bin can feda bir tek dostuna...
Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim...”
Hani, “Mecnun’a Leyla’sına
Sen dost ararsan koş Mevlana’ya...
Yeniden doğdum dersin...
Derya olur gidersin...
Bir başkadır benim memleketim” dediğimiz o memleketim şarkısı...
Bir tek bunu bulabildim, Türk, Kürt veya başka bir kökenli herkese okutarak gerginliği azaltacak...
Memleketim şarkısındaki farkı anlamayanlardan...
Özür dilerim!..