Çalıştığı haber ajansının çapkın genel müdürü; yardımcısıyla “Gazeteci” arasındaki romantik gönül ilişkisini öğrendiğinde küplere binmişti...
***
Nasıl olur da, çapkın genel müdürün “her şeyini bilen yardımcısı”, ajansta çalışan Küçük Ekselans dedikleri stajyer diplomasi muhabiriyle romantik bir gönül ilişkisine girerdi?.. Mazallah her şeyi ortaya dökülür, bütün karizması yerle bir olurdu...
***
Muhabirlikten gelme, uyanık ve iş bitirici biriydi genel müdür...
Evliydi ve çapkınlıkları diz boyuydu...
Har vurup harman savuran bohem ve düzensiz bir hayatı vardı...
Bu konuların; patronun ve eşinin kulağına gitmesini istemiyordu...
***
“Gazeteci” ise romantik ve idealist bir gençti...
Aklının ucundan; bir genel müdürün yardımcısından, bilgi sızdırmak, “bilgi”yi kullanarak kendisine etkinlik sağlamak geçmezdi...
***
Öyle bir aile genetiğinden gelmiyordu... Bunlar düşüncesi bile ayıp sakıncalı şeylerdi...
Ancak genel müdür “genç ve romantik Gazeteci”nin aile genetiğini anlayacak konumda değildi...
***
Riskli yaşıyordu ve bu yaşantı onu hayata karşı korkak ve tedirgin yapıyordu... “Gazeteci”nin biletini kesmek istiyor; ancak ajansın tecrübeli genel yayın yönetmeni buna izin vermiyordu...
***
Genel müdür ise, kendisini gazetecilikte yetiştiren ustası genel yayın yönetmenine karşı çıkamıyor;
“Romantik Gazeteci”ye maaş ödetmeyerek, onu yıldırtmayı amaçlıyordu...
***
Bir haber ajansının genel müdürünün duyulması istenmeyen hovarda, vur patlasın çal oynasın hayat tarzının; kendisini “ülkenin en büyük medya patronu” olacak, en büyük ‘marka’yla tanıştıracağını...
1979 yılından 2016 yılına kadar geçen 37 yıllık “korkunç çalkantılı dönemin” en önemli tanıklarından biri haline getireceğini o sırada bilmiyordu “genç ve romantik Gazeteci...”
*****
AHMET BİNBİR GAZETECİYİ “MİLLİYET”E GÖTÜRÜYOR...
“Bu haber ajansında çalışamıyorum... Bana yaptığım haberlerden dolayı, başarı primi yazıyorlar... Ama ısrarla maaş ödemiyorlar... Kendimi aşağılanmış hissediyorum...” diyordu Ailesi’ne...
***
Ailesi onu üniversitede tanıdıkları üzerinden; TRT’ye aldırtmaya çalıştı...
Ancak “genç ve romantik Gazeteci”, “gençliğin isyankar rol modellerinden etkilenen, bağımsız, özgür ve efsanevi kimliklere yoğun sempatisi nedeniyle; TRT gibi bir devlet kurumunda, ilk gazetecilik günlerini geçirmek istemiyordu...”
***
O gazeteciliği “bir devlet görevi değil; devlete rağmen yapılan bağımsız ve özgür bir meslek” olarak görüyordu...
Onun amacı; “TRT’ye girip bir gün ünlü bir ‘televizyon spikeri’ olmak değil”, mesleği ustalarından öğrenip, onlarla dirsek dirseğe çalışıp; gün gelip Johnson Mektup’larını kamuoyuna ilk açıklayan bir “Gazeteci” olmaktı...
***
Bunun gerçekleşebileceği yer ise TRT değil; ‘genel müdürünün çapkınlık ilişkilerini gizlemek için romantik gönül ilişkilerine hot zot koyan bir haber ajansı da değil; bir “Gazete” olmalıydı...
***
Gazete gibi bir Gazete olmalıydı... Gazeteci’nin evinde okunan “gazete” olmalıydı!..
Gazeteci’nin o günlerde gazete gibi gördüğü tek gazete olmalıydı...
O “Gazete”nin ismi Milliyet’ti...
***
“Gazeteci”nin rüyalarını süsleyen, çalışmaktan onur duyacağı tek gazete; Abdi İpekçi, Örsan Öymen, Bedri Koraman’ın gazetesi Milliyet gazetesiydi...
***
-“Ben Milliyet’te çalışmak istiyorum... Maaşsız ve sigortasız fark etmez... Ama TRT’de değil...” diye söyleniyordu...
-“Koç’lara yakın bir işadamı aldı Milliyet’i geçenlerde... Adı Aydın Doğan... Belki “dayım” yardımcı olur...” deyiverdi bir gün annesine...
***
Dayısı “Ahmet Binbir”, annesinin teyze oğluydu...
Koç Holding’in en tepesindeki isimlerden biriydi...
Ford Otosan’ın kurucu genel müdürüydü Ahmet Binbir...
Koç Holding’de yönetim kurulu üyelikleri, tepe yöneticilikleri, aileye yakınlığı, küçük çaplı hisseleriyle “dev imparatorluğun ayrılmaz bir parçasıydı Ahmet Binbir...”
***
İlginç bir ilişkileri vardı annesiyle, teyze oğlunun...
Onca kardeş birbiriyle kah itişir, kah sevişirken, “onların ikisinin arasından hiç su sızmadığını, yıllar içerisinde fark edecekti Gazeteci...”
***
Annesine; “Bir teyze oğluna söylesen de...” dedi...
-“Ben de gazetecilik yapsam!..” Genç ve cevval işadamı Aydın Doğan’ı tanımıyordu...
Dayısı ile Aydın Doğan arasında Koç grubunda bir ilişki var mı bilmiyordu...
O günlerde dendiği gibi “Aydın Doğan değil; gerçekte Koç mu almıştı Milliyet gazetesini onu da bilmiyordu...”
***
Bunca meçhul arasında bildiği tek şey; “Aydın Doğan’ın verdiği” uzun röportajdı... “Aydın Doğan’a Milliyet’i neden aldınız” diye sorduklarında; Milliyet’e karşı aileden gelen bir sempatisi olduğunu söylüyor, bu gazetenin hayatının en büyük ideallerinden biri olduğunu belirtiyor; gazetecilik mesleğine birçok genç gazeteci adayını sokup, basına çağdaş bir yön vermeyi arzuladığını belirtiyordu...
***
“Gazeteci” büyük bir mutlulukla röportajı okumuş; “genç ve çağdaş gazetecilerden biri olacağını hayal ederek” uyumaya başlamıştı...
*****
AHMET BİNBİR’İN GAZETECİ’Yİ ÇAĞIRMASI VE AYDIN DOĞAN’A YAZMASINI İSTEDİĞİ MEKTUP...
Haftalar geçiyor ses seda çıkmıyordu Ahmet Binbir’den...
“Genç ve romantik Gazeteci” bir başka haber ajansına girmiş, oraya alışmaya çalışıyordu...
***
-“Ertesi sabah Ankara’ya geliyorum... Yeğenim bana gelsin... Gelirken CV’sini içeren, kendini ve ne yapmak istediğini anlatan; Aydın Doğan’a hitaben yazılmış bir mektup da getirsin...” diye haber gönderdi Ahmet Binbir...
***
Sonuna ekledi;
- “Kent Otelde kalıyorum... Oraya gelsin...” Sıhhiye’de Orduevinin karşısında; başkentin en iyi iki otelinden biriydi Kent Otel... Başkentte Pazar günleri Açık Büfe’yi ilk getiren otel olarak ünlenmişti...
***
Genç “Gazeteci” Milliyet’i yeni alan Aydın Doğan’a hitaben yazılmış bir mektup kaleme alacaktı...
Dayısı da “o mektubu” Aydın Doğan’a gönderecekti...
***
Genç Gazeteci; Kolej’de okuduğunu, Siyasal Bilgiler Basın Yayın’da öğrenimine devam ettiğini, İngiltere’de dil eğitimi aldığını, iki dil bildiğini, bir yıllık gazetecilik tecrübesi olduğunu yazdı...
-“Hayalim olan Milliyet gazetesinde çalışmak istiyorum...” diye de ekledi... Üniversite 3. sınıfta okuyan 20 yaşında bir stajyer gazeteciydi... Aydın Doğan; Milliyet gazetesini yeni almış basın sektörüne yeni giriş yapan; mesleğin en kıdemsiz patronuydu...
***
Haldun ve Erol Simavi kardeşler; Hürriyet ve Günaydın gazetelerini, Nadir Nadi Cumhuriyet gazetesini, Kemal Ilıcak Tercüman Gazetesi’ni yönetiyordu...
Bu “beşli”nin parçası olan Milliyet Gazetesi ise, Koç grubuyla iş yapan bir genç işadamı tarafından alınıyordu...
Koç’larla Simaviler’in pek anlaşmadığını o sırada bilmiyordu...
***
Genç işadamı “basının en genç ve yeni patronu; ben de Milliyet’in en yeni ve en genç muhabiri olurum... İlginç bir şekilde ortak bir kader Aydın Doğan’la...” diye düşündü Gazeteci; Ahmet Binbir’in yanına giderken...
***
Onu; bir “dayı”dan ziyade; “bir işadamı ve karşısındakini çözmeye çalışan bir büyüğü gibi” karşıladı Ahmet Binbir...
***
“Dayı-yeğen ilişkisinin esamesi okunmuyordu” görüşmede...
Sorularla “genç Gazeteci’yi tek tek açıyor; hiç de ‘öyle yaparız ederiz’ yollu cümleler kurmuyordu...”
***
Tam bir “batılı” iş görüşmesi şeklinde cereyan etti görüşme...
İngilizcesinin ne kadar iyi olduğunu anlamaya çalıştı çaktırmadan “dayı”sı... Niye bu kadar “Gazeteci” olmak istediğini, sordu...
***
20 dakika kadar konuştular...
-“Peki...” dedi...
-“Mektubun hitabı olmamış... Onu değiştir... Benim sekreterime gönder... Ben mektubu Aydın Doğan’a gönderttiririm... Sonra o ne karar verir bilmem...”
***
Böylesine profesyonel, böylesine ‘batılı’, böylesine ahbap-çavuş ilişkisinden uzak bir “dayı-yeğen” görüşmesiydi Ahmet Binbir’le, Gazeteci’nin görüşmesi...
***
Üç gün önce “babasıyla karşılıklı oturmuş, akşam yemeği yiyorlardı...” Babasına bir telefon geldi; Telefon bitince, çocuklarıyla meşgul olan “Gazeteci” oğluna döndü...
***
“Ahmet Binbir öldü oğlum...” dedi; Şimdi haber verdiler...
Binbir’in hayatı boyunca hep çok yakın olduğu Annesi’nin ölümünden birkaç ay sonra vefat ettiğini fark etti...
Hayatında ne kadar önemli olduğunu... Aydın Doğan gibi bir medya patronunun hayatına tanıklığının ve medya dünyasındaki 36 yılın şahitliğinin mimarı olduğunu...
Bir de “aile” içinde haberlerin hala kendisine değil, babasına gelmesine hayret etti Gazeteci...
Ahmet Binbir’in ölümünü hala babası haber veriyordu Gazeteci’ye...
Aile düzeni değişmiyordu...
O hala babasının çocuğuydu...