50 yılı aşkın bir süre yarattıkları yepyeni bir felsefe çerçevesinde yaşadılar aşklarını...
Yazar, filozof ve devrimci iki kişi, Sartre ve Beauvoir, evlilik ve tek eşliliği reddederek sürdürdüler ilişkilerini...
Her şeyi anlattılar birbirlerine, her şeyi paylaştılar...
Yataklarına giren insanları bile...
***
Jean Paul Sartre’a 1980 yılındaki ölümünden sonra, kendi isteği ile hiçbir devlet töreni yapılmadı...
Çağının en önemli filozoflarındandı...
LËgion d’Honneur ve 1964 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Sartre’ın cenazesini taşıyan araba, yazarın Paris’teki evinin önünden birbirinden habersizce toplanmış 50 bin kişi tarafından uğurlandı...
Sartre’ın 50 yıllık aşkı ve en yakın dostu olan filozof yazar Simone de Beauvoir bu ölüm üzerine şunları yazdı:
***
“Onun ölümü bizi ayırdı. Ben ölünce tekrar birleşeceğimize de inanmıyorum. Ama zaten en önemlisi, yaşamı, fevkalade bir uyum içinde paylaşmış olmamızdı...”
20. yüzyıl Fransa’sının en etkileyici yazarlarından Sartre ve Beauvoir, 40’lı, 50’li yılların, hem yaşam tarzı hem de düşüncelerdeki özgürlük rüzgarının yaratıcısı oldular... Kuramını hazırladıkları ve hayata geçirdikleri Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) akımına göre herhangi bir kozmik plan ya da üstün otorite yoktu...
***
Devlet, toplum ya da aile gibi kavramları reddediyor, bireyin kendi kaderini kendisinin tayin ettiğini savunuyorlardı...
“Özgürsün, bundan dolayı, seçimini kendin yapabilirsin” diye yazıyordu Sartre...
Bu cümle daha sonra 60’larda yaşanacak çılgın, özgür seksi savunan yaşam tarzının atasözü haline geldi...
Sartre ve Beauvoir bu felsefenin kuramını geliştirmekle kalmayıp, hayatlarını da bu çizgide sürdürdüler...
Sorumluluk ve özgürlük arasındaki tansiyonu azaltabilmek için de, kendi içlerinde bir garip ilişki düzeni kurdular...
Evliliği, tek eşliliği ve birlikte yaşamayı reddediyor, buna karşılık ilginç bir mahremiyeti içinde barındırıyordu ilişkileri...
***
Siyah polo yaka gömleği içindeki Sartre ve başına bağladığı rengârenk ipek eşarplarla de Beauvoir, savaş sonrası Paris’in yaşam tarzını özetleyen ikilisiydi...
Sartre büyükbabası tarafından dahi olacağına inandırılarak yetiştirilmişti, annesi ise küçük oğlunun büyük bir yazar olmasını istiyordu...
***
Beauvoir, Sartre’dan 3 yıl sonra doğdu...
Çocukluk yıllarında ‘çocuk’ diye adlandırılmaktan nefret etti...
‘Ben, benim’ diyerek kişiliğini yıllarca çevreleyecek olan felsefi kuramın ilk adımlarını attı...
Genç kızlık döneminde, herhangi bir yetişkin kadının ‘sıradan’ ihtiyaçlarından yola çıktı: Seks, iş ve özgürlük...
Bu üç konudaki tüm gelenekleri yıkarak, ileride herkes tarafından kabullenilecek “Feminizm’in Anası” rolüne soyunuyordu...
***
1949’da yazdığı ‘İkinci Cins’ isimli kitap dünya çapında best-seller oldu ve 70’lerdeki kadın hareketinin ve feminizmin önünü açtı... Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimi yaparken ona ‘le Castor’ Kunduz, adını taktılar...
Sartre’la da öğrenciliğinin son döneminde, 1929’da tanıştı. Sartre bu parlak genç kızı, o dönemlerde ünlü derslerinden birine çağırmıştı...
Başına bağladığı eşarplarla estetik bir görünümü olan Beauvoir’in yanında Sartre, kısa, göbekli ve tek gözü kör bir adam olarak sönük kalıyordu...
***
Ama Beauvoir, her zaman, Sartre’ın öncelikle entelektüel yaşamına aşık olduğunu söylüyordu...
Beauvoir çok titiz ve dikkatli bir düşünürdü, Sartre’ın fikirlerini derleyip toparlamasına, bunların düzgün bir şekilde
kitaplaştırılmasına yardım ediyordu...
Bu ortak çalışma sonucu sonraları birçok modern çift için geçerli olacak yepyeni bir ilişki türünün adını koydular:
“Birlikte, ama özgür olun...
Evliliğe takılmayın...”
***
Bu fikirler Sartre için çok uygundu; genç ve güzel kızların çekiminden kurtulamayan bir seks anarşistiydi o...
Aralarındaki ilişkide tek eşlilik, sadakat kavramlarının yerine, yaşadıkları ‘her şeyi’ birbirlerine anlatarak ‘saydam ve şeffaf’ olmayı kararlaştırmışlardı... İkili bu dürüstlüğü, ilişkileri için evlilikten çok daha büyük bir ‘güvence’ olarak görüyordu...
***
1933’te birlikte gittikleri bir Londra seyahatinde Sartre genç kadını ‘Cynara’ filmine götürdü...
Filmin en ünlü cümlesi ‘Sana kendimce hep sadık kaldım’ lafıydı...
Bu onların felsefesiydi...
Sartre hiçbir zaman de Beauvoir’ı kaybetmek istemiyordu; çünkü o asıl kadındı...
Tam bu süreçte Sartre’ın karşısına Olga Kosakiewicz çıktı...
‘Tüm boş, sıkıcı ve saf olmayan duygularımı kabarttı’ dediği Olga, Sartre’ın yanı sıra, lisede kendi felsefe öğretmeni olan Beauvoir’a da aşıktı... 15 yaşında tanıştığı öğretmeni onun için adeta bir ilahtı; güzelliği, gençliği, makyajı ve canlı görüntüsüyle öğrencisini çok etkilemişti... Beauvoir hemcinslerinden etkilenmişti dönem dönem...
‘Ben hem kadınım, hem değilim’ diye yazmıştı Sartre’a ve lezbiyen aşkı çok doğal buluyordu...
***
Olga, Sartre’a da karşı duramıyordu...
Aralarında garip bir üçlü aşk başlamıştı...
Beauvoir’ın ‘Konuk Kız’, adlı bu romanı üçlü aşklar üzerine yazılmış bir klasik haline geldi... Bu garip ve sihirli ilişkide herkes sırayla bir diğerinin sevgilisi oldu...
1938’de Sartre ve Beauvoir ikilisi, sanatçıların buluştuğu Montparnasse’ı kendilerine mekân seçtiler, yazılarını bugün Paris’in en ünlü cafe’leri olan ‘Cafe de Flore’ ve ‘Deux Magots’da yazmaya başladılar... Bu süreçte, de Beauvoir’ın da büyük desteğiyle Sartre’ın ‘Bulantı’ romanı büyük bir başarı kazandı... Kitap, ‘Kunduz’a ithaf edilmişti...
***
Sartre bir süre sonra Olga’nın kızkardeşi Wanda’yla ilgilenmeye başladı...
Kızın bekaretini bozdu ve de Beauvoir’a bunu ‘Bu sefil görevi başardığım için kızı sevmek zorunda hissediyorum kendimi’ diye açıklamıştı...
Sanki ilişki yumağı iyice karışmamış gibi, bu kez de de Beauvoir, Sartre’ın eski öğrencisi Jacques-Laurent Bost ile ilişkiye girdi... İşler iyice sarpa sarıyordu!..
Sonu belli olmayan bu ilişkilerde tüm gerçeği yalnızca iki filozof biliyordu...
***
3 Eylül 1939’da savaşın ilanıyla birlikte Sartre askere çağrıldı ve Paris’ten ayrıldı...
Beauvoir’a şöyle yazıyordu askerden:
“Hiçbir zaman seks ya da duygusal hayatımı rayına oturtamadım... Kesinlikle eminim ki, ben tam bir alçağım...
Hem de en aşağı sınıftan bir alçak; bir çeşit üniversite sadisti, sivil Don Juan. Bu mutlaka değişmeli...”
Ama, bu durum hiç değişmedi...
***
Savaş iki sevgiliyi politikayla yakından ilgilenir hale getirmişti...
Bireyin özgürlüğünden yola çıkan felsefelerini şimdi de topluma uyarlamak üzere çalşıyorlardı...
Sartre’ın 1945’te kaleme aldığı ‘Les Temps Modernes’ Modern Zamanlar, dönemin en etkili sol yazını oldu...
Yine aynı yıl, Sartre artık Time dergisinin kapağını süsleyen ünlü bir filozoftu...
Varoluşçuluk döneme damgasını vurmuş, Sartre sadece felsefi kitapları ve yazılarıyla değil, tiyatro oyunlarıyla da gündeme oturmuştu:
Broadway’da oyunları oynanıyordu...
‘No Exit’ ve ‘Crime Passionel’...
***
Ancak ‘ahlak’sız ilişkilerin kahramanı, Time dergisinin kapandığındaki bu adam 1960’larda ortaya çıkan ahlaki çöküntüden sorumlu tutuldu...
Yanıtı oldukça ilginçti:
“Özgürlük, cesaret ve sorumluluk gerektirir... Her hareket geleceği yaratır ve kolay değildir...”
Beauvoir, Chicagolu yazar Nelson Algren’le ilişkiye girdi o günlerde...
Sartre ise iki genç aktris Dolores Vanetti ve Michalle Vian ile birlikteydi...
1950’de bu kez dünya çapında olma sırası Beauvoir’daydı...
***
‘İkinci Cins’ kitabı 40’larında olan yazara büyük bir ün getirdi...
‘Kadın doğulmaz, olunur’ diyordu kitabında... Kitabı feminist düşünceleri yaymak amacıyla değil, tamamen genç kadının kendi takıntılarını anlatmak için yazılmıştı...
Ama öyle bir damara basmıştı ki, tüm dünyadan milyonlarca kadın bu kitabı bir klasik haline getirdi... Kitap kadının, kutsal annelik rolünü, ikincil kişi olmayı, silik kişiliği ve parazit gibi yaşama dürtüsünü anlatıyordu...
Vatikan kitabı ‘kara liste’ye aldı...
***
1960 yılında otobiyografisini yayınladığında “Sartre ile olan ilişkilerini ve diğer erkekleri sansürsüz olarak kaleme aldı...”
Bu açıksözlülük Sartre’ın hoşuna gidiyordu, ama eski sevgilisi Nelson Algren büyük tepki gösterdi:
“Allah Kahretsin” diyordu,
“Hiç değilse aşk mektuplarının bir mahremiyeti olmalıydı...
Dünyanın her yerinde genelevlere gittim, ama her fahişe beni içeri aldıktan sonra odanın kapısını kapatırdı... Beauvoir bunu bile yapmadı...”
***
1961’de iki sevgili Cezayir’in özgürlük savaşına desteklediler, Fransa’yı suçladılar...
5000 Fransız askeri Champs Elysee’de bir yürüyüş yaptılar ve saatlerce ‘Sartre’a ölüm!’ diye bağırdılar... Aynı günlerde ünlü yazarın evi iki kez bombalandı...
İkilinin Mao, Castro, Guevara, Khrushchev ve Tito’yla el sıkışırken görüldükleri fotoğraflar ortalıkta dolaşmaya başladı...
1970’de iki sevgili Mao’cu bir yayın olan ‘La Cause du Peuple’ü dağıtma suçundan tutuklandılar...
Sartre artık neredeyse kör olmuştu ve yazı yazması yasaklanmıştı...
Beauvoir’ın tüm karşı çıkışlarına rağmen her gün daha fazla alkol tüketiyordu...
Beauvoir bu arada birinci kadın rolünün Arlette tarafından çalınmasından korkuyordu, ama Sartre’ın ölümüne kadar bu evhamından kendisine söz etmedi...
Sevgilisinin her zaman yanında oldu, ona tüm sevgisini verdi...
***
15 Nisan 1980’de Sartre ölünce Beauvoir zatürre oldu...
Bunca hareketli ve heyecanlı sevgilisi bol hayata karşın, Sartre ölünce, ömrünün geri kalanı yıllarını Sartre’ın mezarlığına bakan evinde mezara bakarak geçirdi...
14 Nisan 1986’da aynı evde, sevgilisinin mezarlığının yanıbaşında öldü...
Ömür boyu süren ilişkilerine giren 3. kişilere geçip giden sevgililere, şehvet, aşk ve heyecanlara rağmen, Beauvoir, 50 yıllık sevgilisinin yanıbaşına gömülmek istedi...
Bu istek üzerine Sartre ve Beauvoir’ın külleri biraraya geldiler...
‘Ahlaksız’ ilişkileri, yan yana gömülen küllerin mezarlığında sonsuza kadar sürecekti... (17 Nisan 2010’da yayınlandı)