Robin Williams gibi muhteşem bir oyuncunun intiharının beni derinden sarstığı günlerden birinde; 21 Temmuz’da Yengeç burcu olan bir arkadaşıma mesaj atıyorum...
-“Üstüne duygusal fazla yükler alma... Robin Williams Yengeç burcuydu... Ernest Hemingway 21 Temmuz doğumlu bir Yengeç’ti... İntihar etmişti... Yengeç duygusal... Yaşamı derin yaşıyor... Bu durumda yükü fazla gelebiliyor...” diyorum...
***
Dün Hemingway’in büyük aşkı Gellhorn’la ilişkisini anlatan; filminden bir bölüm izliyorum...
Philip Kaufman; Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanını da sinemaya uyarlayan, en favori yönetmenlerimden biri...
Hemingway’in Gellhorn’la ilişkisinden sonra; duygusal anlamda bir daha, dikiş tutmadığını fark ediyorum...
***
İntiharına kadar giden olaylarda, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” ve “İhtiyar Adam ve Deniz” romanlarının yazarı Hemingway’in, güzel gazeteci kadın Gellhorn’la ilişkisinin “izlerini” arıyorum...
Usta yazarın intiharının anatomisini; bir cinayetin dedektifliği titizliğinde araştırıyorum...
İntihar eğilimi ile doğum günü arasında astrolojik potansiyel bir ağın olup olmadığını, defalarca check ediyorum...
***
Hemingway’in babası ve iki kız kardeşinin de intihar ettiğini görüyorum...
Ünlü yazarın torununun da intihardan öldüğünü, öteki torununun ise “hayatta kendisine hem hediye, hem de lanet olarak geldiğini” düşündüğü Hemingway soyadını terk ettiğini öğreniyorum...
O sırada televizyon haberleri; tıbbın ulaştığı son noktayı müjdeliyorlar...
***
Bir süre sonra yeni doğacak bebeklerde; genetik hastalıklara neden olan DNA’ların değiştirilebileceği müjdesini veriyorlar...
DNA’lar değiştirilse Hemingway’in yaşamı ne olurdu onu düşünüyorum...
Ancak bu düşünceden çabuk sıyrılıyorum...
Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanını ithaf ettiği ve o romanın yazımında kendisine ilham olduğunu ikrar ettiği; Gellhorn’la psişik aşkının üzerimde yarattığı etkiden kurtulamıyorum...
***
Son bir hafta ikinci kez bir filmde Nicole Kidman’ı izliyorum...
En sevdiğim kadın sanatçılardan birisi Nicole Kidman...
Onun; benimle aynı gün doğan ünlü yazarın hayatını alt üst eden Gellhorn’u oynamasına zihnimin derinliklerinden gelen bir çentik atıyorum...
***
Ünlü yazarın “göbek bağını koparamadığı annesinden ve beraber büyüdüğü dört kız kardeşten mütevellit kadına bağımlı erkek çocuk kişiliğinin” hayatını nasıl bir manevi yük haline geldiğini görüp; yarattığı edebiyat için seviniyor, kişiliği ve mutsuzluğu adına üzülüyorum...
***
Erkeğin annesiyle zamanında koparmayı beceremediği göbek bağının, ilerki yıllarda hayatındaki kadınlarla onu kaçınılmaz “bağımlı” ilişkilere nasıl soktuğunun farkındayım...
Çözemediği anne bağımlılığının; onu yaşamının ilerki dönemlerinde nasıl sonsuz dertlere muzdarip kıldığını da biliyorum...
Ernest Hemingway’in hayatından bir kesiti izlerken; bir erkeğin genetik trajedisinin ve annesiyle ilişkisinin yarattığı kördüğüm olmuş dramanın tam göbeğinden geçtiğimin farkındayım...
***
“Beraber olduğu kadına karşı sınırsız bencillik ve o kadına sınırsız ve önüne geçilemez bir bağla; bağımlılık...”
Tıpkı küçük bir erkek çocuk gibi...
Adının Ernest Hemingway olması, erkek çocuğu büyütmüyor ki...
LENİN’E GENÇLERİN ‘DİRİL’ ÇAĞRISI...
Dün Moskova’daki Kızıl Meydan’a gençlerin ellerinde “kutsal su”yla geldiklerini öğreniyorum...
Gençler; Kızıl Meydan’da mozolenin içinde yatan Ekim Devrimi’nin lideri Vladimir İliç Lenin’i kutsal suyla kutsuyorlar...
Bolşevik lider’in dirilmesi için onu kutsadıklarını anlatıyorlar...
***
Moskova’ya gittiğimde, dünya tarihini değiştiren “20. yüzyıl”da tarihin ilk komünist ülkesini gerçekleştiren Sovyetler Birliği devriminin lideri Lenin’in mozolesini görebilmek için ne kadar yoğun çaba harcadığımı hatırlıyorum...
Yoğun çaba harcamamın nedeni; ünlü liderin mozolesinin önünde toplanan kalabalık değil...
Lenin’in ziyaret saatlerini, yeni Rus yönetimi o kadar kısıtlı tutuyor ki; bir türlü istenen saatte Kızıl Meydan’da olup, Lenin’i rahat rahat ziyaret edemiyor kimsecikler...
***
“Geçmişin nostaljik anıları uğruna”; Sovyet liderini birkaç denemeden sonra nihayet mozolesinde ziyaret edip, mumyalanmış halini görebiliyorum...
Bugün Lenin’in ölüm yıldönümü...
Lenin’in vefat ettiğinde sadece 54 yaşında olduğunu fark ediyorum...
Bir insanın 54 yıllık yaşamına; böylesi bir “tarih”i sığdırmasındaki olağandışılığı anlamlandırmaya çalışıyorum...
***
Tüm bunları, 20. yüzyılda milyarlarca genci, işçiyi ve aydını etkileyen bir sosyalist lider için; nostaljik bir anma niyetine yapsam da; Lenin’in artık yaşadığımız çağda siyasi görüşlerinin geniş kitleler üzerinde fazla geçerlilik yaratmadığının farkındayım...
“Onun dirilmesi için kutsal su” taşıyan Rus gençlerinin, çabalarını “geçmişe uzanan anlayış dolu bir tebessümle” karşılıyorum...
Arkasından; hayatın bundan sonra getireceklerine yoğunlaşmaya çalışıyorum...
***
Türkiye’nin gündeminden o kadar yorulmuşum ki, ilk gençlik yıllarımda olduğu gibi dünyanın farklı merkezlerinden farklı gündemler için medet umuyorum...
Oralardan hayat kesitlerini yaşamıma sokuyor; oradaki ilginçliklerden besleniyorum...
Türkiye’nin gündemi “gıda zehirlenmesi yaratıyor ruhumda...”