Dün bir sürü tebrik maili alıyorum...
-“Dünya Çalışan Gazeteciler Günü’nüzü kutluyoruz...” diyorlar...
35 yıl önce 20 yaşında Siyasal Bilgiler Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ikinci sınıfında okuyan; gazeteci olmaya hevesli bir gençtim...
Bir yıl kadar önce; 1 Şubat 1979’da Abdi İpekçi öldürülmüştü...
Eve yıllardır Milliyet Gazetesi girerdi...
Genel Yayın Yönetmeni ve başyazarı ünlü bir gazetecinin öldürülmesi; bende korkunç bir infial uyandırmıştı...
Her gün okulun bahçesinde, kantinde, Cebeci’de, Beyazıt’ta, Tandoğan’da onlarca gencin öldürülmesi, yaralanması yetmiyormuş gibi;
Suikastin; Milliyet’in başyazarına ve yayın yönetmenine yönelmesi; bende bir duygu patlaması yaratmıştı...
***
Okulda öldürülüyor, okuyamıyorduk...
Anlaşılıyordu ki, hasbelkader okulu bitirir gazeteci olursak bu kez de gazeteci olarak saldırılara ve suikastlere maruz kalacaktık...
O sıralarda “gelecekte bize yönelecek” saldırıların; bizzat gazeteci kılığına girmiş; profesyonel etki ajanlarının provokatif yönlendirmeleri, manipülatif zemin oluşturmalarıyla hazırlandığını bilmiyordum...
***
Saftım ve romantiktim...
Gazetecilik hayallerim, sinemadaki filmlerin kahramlanları kadar temiz ve mamusdu...
Ailemin tanıdıkları, dostları vardı...
Ama benim, gazetecilikte “beni bir yerlerden alıp bir yerlere koyacak” arkam yoktu...
Kimsem yoktu...
Kendi tesadüf tanıdığım arkadaşlarımın, ailemin dostluklar kurduğu yakınların dışında, kimsecik ve hiçbir kurumcuk...
Ekonomik Basın Ajansı diye; adı sanı hiç duyulmamış bir ajansta, elime basın kartını andırsın diye sarı kartondan yapılmış müsvette bir basın kartı verdiler...
-“Çık şimdi sokağa bize haber getir” dediler...
Para falan konuşmadılar...
Para falan ödemeyeceklerdi...
***
Otuz beş yıl sonra dönüp gazeteciliğime baktığımda “beni binlerce kez linçten geçirdiklerini” görüyorum...
İşin enteresan tarafı; dün okuduğum bir kitapta saklı...
Belgesel kıvamında objektif yazıldığı söylenen kitabı okurken; kitaba konu olan gazeteci kahramanın yüzlerce kez ağır linçlerden geçtiğini fark ediyorum...
Ne acı bir tesadüf ki; linçlerden geçenler; ‘mağduriyeti’ bir hayat tezahürü, bir gazetecilik şerefi, bir namusun onuru olarak görmekten imtina ediyorlar;
Punduna getirdiler mi; lincin en beterini en kanlısını, en günahkarını başkalarına yapmaktan geri durmuyorlar...
***
Nedeni kişisel ve mesleki ihtiras...
Bazen siyasi çıkarlar rol oynuyor; çokça “kişisel altetme, önüne geçemediğin kişisel egoyu en önde tutma” ihtirası ve açlığı gizli motif oluyor...
İhtiraslı karakterler; bir dönem yaşadıkları mağduriyetlerin yerini; gün geliyor en ağır gaddarlıklara yöneltiyor...
Kendi çocuklarının yaşadığı ızdırapları; başkalarının çocuklarına yönelik ‘zalimliklere’ yansıtıyor...
Gazetecinin ya da gazeteci görünen etki ajanının fasit dairesi; burada başlıyor...
Gazetecinin ya da gazeteci gibi görünen etki ajanının temel dramı burada yatıyor...
***
Ona suikast yapılıyor...
Ama o da başkasına suikast yapıyor...
Kendi intikamını aldığını zannederken; hayatı yeniden zalimleştiriyor; gaddarlığı çoğaltıyor; linçi popülerleştiriyor...
Kendine yapılan suikastlerden kurtulduğu zaman; meslektaşına yapacağı suikaste zemin hazırlıyor, alkış tutuyor...
Bizzat o planın yapımcısı, yürütücüsü ve uygulayıcısı oluyor...
***
Suikaste maruz kaldığında “haktan, hukuktan, mezalimden ve zulümden” söz ederek kirli oyunlara dikkat çekiyor...
Başkasına kendi suikast düzenlerken; önce savcı sonra da infazcı olarak cellat kesiliyor...
Fasit daire bitmek bilmeden devam ediyor...
35 yılda kendi adıma sadece gazetecilik, çevremdeki ise gazetecilik adı altındaki etki ajanlığının, tortusu böyle şekilleniyor...
-“Dünya Çalışan Gazeteciler Günü’nüz kutlu olsun” diyorlar dün bana, yüzlerce mailde ve telefonda...
Teşekkür ediyorum, içli ve derin bir mülahazayla...
Gülümsüyorum, sessiz ve sabırlı bir metanetle...
Tevekkül ve şükür...
HAYATTA OLDUM ZANNETME...
Hayatta sakın oldum zannetme...
Hiçbir şey olmadın...
Hiçbir şey olamazsın...
Sen sadece insansın...
Aslında koskoca evrende sadece bir hücre...
***
Hayatta sakın intikam aldım zannetme...
Hiçbir şey almadın...
Hiçbir şey alamazsın...
Sen sadece insansın...
Evren içinde sadece hepsi hepsi bir hücre...
***
Hayatta sakın güçlendim;
Hükmetmekteyim zannetme...
Güçlenmedin...
Hiçbir şeye hükmetmemektesin...
Sadece bir hücresin...
Evrende saklısın...
***
Yaşadıklarının hepsi birer sanrı...
Çoğu da hafıza-i beşer zannın...
Gerçek olan;
Yalnız olduğun...
Gittikçe yalnızlaşacağın...
Koskoca evrende
Zaaflarınla;
Çaresiz zavallılaşacağın...
Reha Muhtar
10 Ocak 2015
ZALİM OLMAYI SEÇENLERE...
“Bu zamana kadar insan olarak evrimimizin büyük bir kısmı, fiziksel ve dışsal olana yoğunlaşmak üzerineydi... Her şey toplama ve biriktirmeyle ilgiliydi...
***
Artık baskın değer; ‘en çok kazanan’, en ünlü olan, en büyük servete sahip bulunan, başkalarının üzerinde en fazla güç kullanan kimse olmuştu...
Bu değerden hareketle, oyunun adı güçlü olan hayatta kalır haline gelmişti...
Her şey rekabetle ilgiliydi; çünkü hepimizin kazanacağı kadar fazla yarışın olmadığına inanıyorduk...
***
Ancak bu düşünce şeklinin bize fazla yararı olmuyor...
Bu düşünce aslında yetersizlikten kaynaklanıyor...
Bu yetersizlik düşüncesinin altında katıksız korkularımız var...
Dışsal dünyada yaratmayı düşündüğümüz hiçbir şey bizim için yeterli değil...
Böylece kısır döngümüz başlıyor...
Hiçbir zaman hiçbir şeyin yeterli olmadığını düşünüyoruz...
Ve asla mutlu olamıyoruz...”
Robin Sharma