Bir sürü şey öğrendim ondan. Hızımı alamadım bir kitap bile yazdım.
Zeytin Kitabı (Mahmut Boynudelik ve Zerrin İren Boynudelik tarafından kaleme alınmış), Ayvalık’ta Midilli Adası’na gitmek için beklerken o pek sevdiğim çarşı içindeki bir kitapçıda karşıma çıkmıştı. Sonrasında, yani yol boyu Ege’nin sularıyla birlikte okumuştum satırlarını. İnsanlığın zeytin ağacıyla tanışma serüveninin binlerce yıllık bir destan olduğunu bir kez daha hatırlamıştım.
Zeytin ve zeytinyağının öyküsü nelere gebe bırakmıştı insanlığı, hem de nelere...
Alın size birkaç örnek:
Homeros’un gerek İlyada gerekse Odysseia kitaplarında yer alan o kokulu yağların menşeinde hep zeytin ve zeytinyağı vardı. Hera’nın Zeus’u baştan çıkartırken kullandığı yağ da zeytinyağıydı elbette! Zira ‘zeytin ağacının yağı insanı tazeler, vücuda ısı sağlardı.’
Tevrat’ta zeytinyağının adak ve kutsama yağı olarak nasıl kullanıldığı uzun uzun, birbirinden ilginç cümlelerle anlatılmıştı. ‘Seni yıkadım, üzerindeki kanı temizledim, derine zeytinyağı sürdüm’ bunlardan sadece biriydi. Hristiyanlıkta ‘mesh’ edilen yağın Mesih’e kadar vardığı biliniyordu. Ortadoğu, Yunanistan ve Anadolu’da tarihin iniş çıkışlarında insanlarla birlikte yolculuk eden ve nihayet ehlileştirilen zeytin ağacı, bir süre sonra bizzat insanlığın tarihi haline gelecekti. Zeytinyağı ile yağlanan ve kutsallaştırılan binalar, hastaneler, insanlar, krallar, evlenecek çiftler, yeni doğanlar, ölenler vardı da vardı... Evet, hepsi bu yağın ‘yolcusuydu’! İnsanlara zeytin ağacını armağan eden bilgelik ve ışık tanrıçası Athena’nın etkisi Antik Yunan’da, Olimpiyatlar’da kendini göstermiş, sporun bilgelikle kutsanmasının altı çizilmişti. Kadim Kırkpınar’ın yağlı güreşinin özünde de bu ‘bilgelik’ mevcuttu zaten. Bedenin yağla ovulması bu geleneğin bir parçasıydı.
Salt bu da değildi! Zeytinyağının şifası, insanı sadece bedenen ve ruhen iyileştirmiyor, alenen ışığa da taşıyordu. Tapınak ve sarayların aydınlatılmasında kullanılan zeytin ağacı yağı, insanlığın yeryüzüne sunduğu ilk ışıltılardan biriydi. Saf sıkma zeytinyağının ‘ışık’ ömrü çok uzundu, çok. Kandile konulan bu türden bir yağ gece gündüz hiç sönmemecesine tam bir yıl yanabilirdi. O çağlarda meşaleler de zeytin ağacının odunundan yapılırdı.
Kur’anda Nur Suresi’nde Yaradan’ın ışığıyla anılmıştı bu ışık. Şöyle ki: ‘O’nun nuru, içinde bir kandil bulunan bir oyma hücre misalidir. Kandil, bir sırça fanus içindedir. Bu sırça sanki inciden bir yıldızdır; ne doğuya ne batıya nispet edilen bir zeytin ağacından tutuşturulur. Onun yağı ateş dokunmadan bile ışık verir; nur üstüne nur!’ Velhasıl, tarihin insanlığa yazgılı akışına göre, zeytin ağacının bilgelik ve ışıktan, keramet ve nurdan, kısmet ve bereketten, barış ve sevgiden başka bir anlamı yoktu. Camileri süsleyen mahyalardaki zeytinyağı kandillerinde de yoktu, takdis edilen geçmişte de. YOKTU. Yoktu işte.
Zeytinin sundukları yaşam, kutsallık ve ışıktı. Bir dönem Kıbrıs’ta da yaşamış (şu an o ev Kuzey Kıbrıs’ta, Girne’de) Lawrence Durrell, 1945 yılında yazdığı Prospero’nun Hücresi adlı yapıtında: ‘Tüm Akdeniz, heykeller, palmiyeler, altın kolyeler, sakallı kahramanlar, şarap, fikirler, gemiler, ayışığı, kanatlı gorgonlar, bronz adamlar, filozoflar, hepsi dişlerin arasındaki kara zeytinin acı, sert tadından çıkmış gibi. Soğuk su kadar eski bir tattan’ diyordu.
İşte o kadar eskiydi zeytin ağacı, zeytin dalı, zeytin, zeytinyağı... Düşünceydi, hemen her şeyden kadimdi, insandan ve yaşamdan yanaydı. Platon bile demişti ki, ‘İnsanın yaşaması için öncelikle yiyecek, sonra barınma ve giyecek gelir.’ Sonra eklemişti: ‘Aaa unutmuşum... Ayrıca tabii ki tuz, zeytin ve peynir.’ Yaşamak için bu kadar elzemdi işte zeytin ağacı, zeytin dalı, zeytin ve zeytinyağı. Yaşamak ve yaşatmak için.
Bilmem anlatabildim mi?