Ünlü edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton Güç Mitleri adlı çalışmasında birçoğumuzun okuyarak hatmettiği ya da bir biçimde tanıdığı yazarlar olan Bronte kardeşlere (Charlotte, Emily ve Anne) ve yapıtlarına bakar. Alev Bulut’un çevirisiyle bizlerle buluşan bu çarpıcı çalışma, bizleri, yani 20. yüzyılda kendine yol çizmiş ve 21. yüzyılda kaybolmuş ruhları ne kadar rahatlatabilir emin değilim. Belki bir biçimde bir kıyaslama yapmamıza yardımcı olur... İyi mi kötü mü siz karar verin. Aslında 19. yüzyıl insanı olan ve yazdıklarıyla 20. yüzyılı yakalamış olan Charlotte, Emily ve Anne Bronte gibi yazarların metinleri, tuhaf bir öngörüyle, 20.yüzyılı anlatır bize, ama çok önceden. Onlar ve onlar gibi olan yazarların dedikleri ancak 1950’lerde insanlarla, toplumlarla ve yüzyılın kendisiyle buluşur. Tıpkı şimdi hissedebileceklerimizin 2050’lerde yüzyıla adını vereceği gibi... (Bu hissettiklerimizin romanları da mevcut ya da yazılıyor).
Eagleton’ın tespitleri gerçekten ilginçtir... Charlotte Bronte’nin Jane Eyre ve Shirley romanlarında, Emily Bronte’nin Uğultulu Tepeler’inde; Anne Bronte’nin Agnes Grey ya da Şatodaki Kadın’ında sadece ölümün, aşk ve evlilik temalarının ya da dönemin gerektirdiği kırsaldaki romantizmin içinde dolaşmayız. ‘Sanatçılar yalnızca yaşadıkları dönemin ürünü değildirler’ diyerek bu kardeşlerin yazdıklarında romantizmin çok daha ötesinin mevcut olduğunu söyler Eagleton. Bu yazarların iki döneme ait olduğunu belirterek, bizleri şu satırlara davet eder:
‘Onlar bir ara dönemin geçiş yazarlarıdır. Eserlerini tam anlamıyla küresel sanayi toplumunda yazıyorlardı. (Metinlerdeki) İsyanın şiirsel dili, fetih ve kahramanlık öykülerinin melodramı yerine orta sınıfın sıkıcı ve günlük öykülerine bırakmıştı yerini. Yaratıcı düş gücü dünyanın ilk sanayi toplumunu kuşatan katı kurallara toslamıştı. Bronte’ler özgür, asi ruhlu muhafazakâr romantik kadınlar olarak bu isyana hem sempati beslediler hem korku; otoriteye karşı ise hem hoşnutsuzluk hem de hayranlık. Ve böylece tipik orta alt sınıf çelişkisini yansıtan metinler yazdılar.’
Kısaca, kendilerinden önceki dönemin mirasını bütün karmaşası ve gelenekleriyle devralan bu yazarlar, hem isyankâr hem de muhafazakârdılar. Tam da bu noktada Eagleton daha fazlasını söyler: ‘Yeni toplum düzeninin tipik birey profili, Charlotte Bronte’nin kahramanlarında gördüğümüz tarzda, hem sebatlı, kendini keşfetmeye açık hem de kırılgan ve duygularını olduğu gibi açığa vurabilen kişilerdi...’ Öyle ki İngiliz yazınına mal olmuş ama İrlanda kökenli diğer yazarlar gibi (Oscar Wilde, William Butler Yeats, James Joyce, Samuel Beckett, hatta Polonya asıllı Joseph Conrad ve elbette T.S. Eliot, vb.) Bronte Kardeşler de (onlar da İrlanda kökenli!) ülkeyi, insandaki arada kalmışlık duygusuyla kasıp kavurdular. Ve bu metinlerin kahramanları sayesinde dünyaya kafa tuttular. (Burada ‘dünyayı değiştirdiler mi?’ diye sormaktan özellikle vazgeçmiş durumdayım; çünkü değişimin, edebiyatın değil siyasetin alanı olduğuna inanıyorum.)
Peki ya bugün?
Bugün, 21. yüzyılın 17 yılını geride bırakmış bizler için, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçen insana göre yitirdiklerimiz çok fazla. Elimizdekilere baktığımızda ne var? En temel husus tutarsızlık... 21. yüzyılın insanı tutarsız. Ahlaksızlığın tavan yaptığı bir dönemden geçmek bile bunun gölgesinde kalmıştır artık... Sözcükler ifade ettiklerini ifade edemez halde belirsizce ortalıkta dolanıyor. Mutluluk, hırsızlık, yalancılık, huzur, yalakalık, cinayet, güzellik, zenginlik, talan hepsi iç içe geçmiş, bizleri nefessiz bırakmış durumda... Pes dediğimiz her şey olabilir ve meşru kılınabilir haldeyken Godot’yu beklemekse içimizi burkmaya devam ediyor.
***
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında yazılmış metinlerde gördüğümüz gerçekler 20. yüzyılın adı oldu. Umarım yukarda saydıklarımız 21. yüzyılın adı olmaz... İnsanın yüz yıllık yalnızlığı yeni bin yıllara taşınmaz.