Bir iki ay önceydi.
‘Dünya yeni dinlere gebe ama bu Ortadoğu tescilli bir din olmayacak ’ dediğinde dışarıda ilkbahar ağacı demeye bin şahit isteyen ağaçlara bakmaktan vazgeçmiştim. Okuduğum bir kitabın satırlarında gezinen bu cümle gerçekle kurgu ikilemi noktasında zihnimi iyice bulanıklaştırmıştı. Afganistan’dan Kanada’ya göç etmiş bir überciydi. Laf lafı açtıkça neden bu kadar uzak topraklarda rızkını çıkarmaya çalıştığı gerçeğini çok daha net anlıyordu insan. ‘Burada herkese her gün yeniden, hiçbir şey olmamış gibi yeniden ve hep yeniden aynı şeyleri anlatmak zorunda kalmıyorsun’ dedi.
Takvimler kuzey yarımkürede ilkbaharı işaret etse de buzlu bir iklimin ortasında ilerliyorduk. Zihin bulanıklığıma (übercinin bu cümlesi kurgu mu gerçek mi, kurgu mu gerçek mi) başka bir denklem eklendi. Kanadalı yazar Alice Munro bizi ne güzel, uzun uzun, derin derin anlatırdı diye düşündüm. Elbette bizi değil de bu halimizi! Sümerlerden, Orhun yazıtlarından, koca koca uygarlıklardan yola çıkmış ve 21. yüzyılda kendi izini kaybetmekte olan iki Ortadoğuluyduk. Elimizde müthiş bir tarih ve görkemli bir coğrafyayla öylece kala kalmıştık. Zamanında aşk ateşine düşen bir arkadaşım, sevgilisi onu içler acısı bir biçimde terk ettiğinde, stabilo kalemlerden birini alıp kirloş duvara koyu koyu şöyle yazmıştı: ‘Bu aşkla ben şimdi ne yapacağım be Allahsız?’ Nedense o buzlu iklimde, bir öyküde gezinecek halimizi böyle düşünmüştüm.
Türkiye’de überlere getirilen ‘yasağı’ duyduğumda, o soğuk günün içimde gezinen gölgelerini takip ettim. Uyanık olmanın en birinci vatandaş olma diskuruyla harmanlandığı ve nelerle desteklendiği ve kendine nasıl yol çizdiğini de elbette. ‘Sevmezsen basar gidersin’ çıkarsamasına, ‘hayrola bu ülkenin tapusu ne zaman senin oldu?’ sorusunu soramadığım bütün anlara çok fena içerleyerek, sorun ne über sorunu, ne taksi sorunu, ne muhtar sorunu ne şu ne bu diyerek... Sorun, ‘her gün yeniden, hiçbir şey olmamış gibi yeniden ve hep yeniden aynı şeyleri anlatmak zorunda kalmak’ noktasında kendini Mrs. Dalloway’deki o ölü balık gibi hissetmekti.
Ne tuhaf, bir öğrencimin lafı geldi şimdi aklıma. Oğuz Atay’ın o meşhur cümlesini konuşurken (Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?), büyük, şişirilmiş bir özgüvenle çıkıp ‘ben buradayım, o kendini ne sanıyor?’ diye sormuştu. ‘Hiç Oğuz Atay okudun mu ki onun bu cümlesinin neye denk düştüğünü hayal edebiliyorsun?’ soruma ise (böyle bir soru sormadım), vereceği cevabı adım gibi biliyordum. ‘Benim bu ayrımcılığa ve ötekileştirmeye vereceğim cevabım belli. Onu okumadım, okumayacağım da.’
Velhasıl sevgili okurlar, gönül bunları aşmak ister, über müber bahane.