Yeni bir kitap var elimde. Can Yayınevi’nden çıkan bu seçki Açık Radyo ile Boğaziçi Üniversitesi Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi işbirliği sonucu okurla buluştu. 2015’te Açık Radyo aracılığıyla herkesi kendi hikâyesini anlatmaya davet eden çağrılar sonucunda toplanan hikâyeler, seçici kurul tarafından değerlendirildi ve süreç başladı. Güven Güzeldere, Murat Gülsoy, Ömer Madra ve İlksen Mavituna’dan oluşan seçici kurulun basılmaya değer bulduğu metinler yazar ve akademisyenlerden oluşan bir editör topluluğuna devredildi ve yazılar, 500 sayfalık bir kitapta buluştu. Kitap, Türkiye’nin 2000’li yıllarını, ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’ biçiminde aktarırken, Açık Radyo’nun kuruluşunun 20. yaşına da bir selam gönderiyor sanki!
Paul Auster’ın Babamın Tanrı Olduğunu Sandım kitabında derlediği ABD’nin her yerinden yazılıp gönderilen yaşam hikâyelerini radyoda seslendirmesinden esinlenerek ortaya çıkan bu kitap, Türkiye’nin şimdiki zamanının öznel sesi biçiminde de okunabilir.
Bu arada seçilen 102 yazarın 116 öyküsünün de Açık Radyo’da seslendirildiğini not düşelim. Aile, Aşk ve Delilik, Yoksulluk, Toplumsal ve Kültürel Kimlik, Hayvanlar, Köy ve Taşra, Ölüm, Şehir Hayatı, Toplumsal ve Siyasal Olaylar, Yardımlaşma ve Dostluk gibi başlıklar altında toplanan bu öyküleri seveceksiniz. Zira Türkiye’nin farklı sesleri var bu öykülerde, bizi bize anlatan...
Kitap, Cuma günü, Nâzım Hikmet’in 54. ölüm yıldönümü vesilesiyle Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi’nde tanıtılacak.
Ben de bu ‘vesileyle’ size, tadımlık olarak, kitaptaki bir öyküden bahsetmek istiyorum.
Öykünün adı: Ölü Bir Öğretmenin Kısa ve Sıradan Hikâyesi. Dilek Karaaslan tarafından yazılmış ve Deniz Altınay tarafından yayına hazırlanmış. Bu topraklardaki idealist öğretmenlere, işine tutkuyla bağlı gencecik insanlara reva görülen buruk bir öyküyü anlatıyor. Küçük bir kızın gözünden, 5 Temmuz 1980’e dönüyoruz.
‘Her gün onlarca gencin ağacından kopan meyveler gibi düşüp kanlarıyla, acılı ana babalarının ise gözyaşlarıyla suladıkları bu topraklar, bu coğrafya, ülkenin, okulların durumu’ küçük kızın babasını, ailesiyle birlikte Konya Ereğlisi’nden Eskişehir’e göç etmek zorunda bırakmış. Bunun için de kızın Adana’da yatılı olarak okuduğu okulundan belgelerinin alınması gerekiyor. İşte Adana’daki okul müdürü Erol Öğretmen burada karşımıza çıkıyor. ‘İyi niyetli, insancıl, kapısı her daim öğrencilere açık, yeni nesil idealist öğretmenlerden’ biri olarak. Bütün belgeleri küçük kız ve babasına teslim edip onları uğurlarken, hem babanın hem de küçük kızın içine düşenin ne olduğunu ise öykünün sonundaki akşam haberlerinde öğreniyoruz. Yani, gerçek bir öğretmeni ‘daha’ kaybeden Türkiye’nin firelerle dolu hikâyesini. Bugün geleceğimiz yerlerin ipuçlarını taşıyan kaybedişlerin işaretlerinden sadece birisini.
Erol Öğretmen’in kısa ve hüzün dolu hikâyesi, faili meçhullerin bitip tükenmediği ülkemizdeki örneklerden. Ama ne ilk ne de son -ne yazık ki. Ölenlerin öldükleriyle kaldığı, ağırlıklı olarak 80’li yıllardan devraldığımız bu feci gerçek, bugün de hayatlarımıza damgasını vurmaya devam ediyor. Ve elbette öğretmenlerin muhatap bırakıldıkları da...
Bugün iki eğitimcimizin mesleklerine duyduğu saygı ve sevgiyi onurlu bir biçimde kamuoyuna ve sağır kulaklara duyurmaya çalışırken maruz kaldıkları bile, bu gerçeği o ya da bu şekilde hâlâ ‘yaşamakta olduğumuzu’ kanıtlıyor. İki eğitimcimizin açlık grevi 80. güne vurdu. Ve başlarına gelenler, Memleketimden İnsan Manzaraları’nın 21. yüzyıldaki halini bir kez daha düşünmemize yol açıyor.
Tüm bunlara rağmen, umutsuz muyuz? Hayır; çünkü umutsuz olma lüksümüz yok.