Güneşin kurutulmuş domatesleri andırdığı bir saatte, çocuklarla dolu bir motordayım. Hayal mi gerçek mi bilmiyorum. Arada çocukluğum mu motorda diye sorduğum da oluyor ancak bu düşünceye çok yüz vermemeye çalışıyorum.
Bir oğlanın, dayısı olduğunu tahmin ettiğim otuzlarındaki genç bir adamla oynadığı rüzgârla yarışan şapka oyunu bunu körüklüyor. Birbirlerine benziyorlar ama baba-oğul gibi değil. Sorumlulukları böyle bir çizgiden geçmiyor. Kimse kimseye karşı ne bir sonraki günün ne de sonraki yılların ağırlığında ezilmeye niyet etmiş. Adam çocuğun kafasındaki şapkayı alıp teknenin güvertesinin dibinin de dibine atıyor. Çocuk tam şapkayı almaya yeltenecekken iki kedi yavrusu gibi güreşmeye başlıyorlar. Derken bir küçük mola devreye giriyor. O zaman güneşten kestane balına dönmüş teni ve göz alıcı sarı renkteki saçlarıyla oğlan, güvertenin ucuna koşuyor şapkayı yerden alıyor ve dayısı olduğunu tahmin ettiğim adamın üstüne balıklama atlıyor. Haydi bunlar yine tutuşuveriyorlar güreşe. Böyle yol mu biter... Şaka maka bitecek gibi.
Yol olsa iyi, ömürler bitiyor. Dokuz günü uyuyan güzel edasıyla geçiren bir ülke olmak zaman zaman, yaraya tuz basmanın farklı ve paradoks yüklü bir çeşidi olarak herkesin moralini yükseltebiliyor! Kurban Bayramı esnasında derin dondurucuların satışlarının tavan yapması bile bir yerden sonra başka bir hengâmenin konusu oluveriyor. Uyku oyunu bu diyor birileri. Derin donduruculardaki uyku.
Kuzu kulağı bitkisinden başka kuzu vb. sözcüğünü telaffuz edemediğim günlerden geçiyor olsak da Ağustos’un göbeğini vuran bu tatili palmiyelerle dolu bir elbise gibi giymekten çekinmiyorum. Biri palmiye mi dedi? Aklım yine motordaki çocuğa ve çocukluğa kayıveriyor. ‘Kim ne yapsın doları, kim ne yapsın euroyu’ rehaveti, dayı yeğenin şapka-kasket oyununu olsa olsa daha da alevlendirebilir. Ki öyle oluyor. Uyuklamakla meşgul yolcu bir kadının kucağına düşen densiz şapka öyküsü kaldığı yerden, biraz hışımla karışık biçimde devam ediyor. Buna karşın dayı ve palmiye tişörtlü yeğen, doğru yerde ve zamanda dallanıp budaklanan ağaçlar gibi uslanmak bilmiyorlar. Kediyle karışık güreşlerine kedi gibi devam etmeye niyetliyken, oğlanın palmiye tişörtü havada uçuşuyor (bu resmen palmiye oyunu) ve yol gerçekten de bitiyor.
Artık kara ve kediler burnumuzun dibinde! Karadaki kediler ise en unutulası olanı inatla hatırlamaya devam eden canlılar. Motordan inip kasabın önünde rast geldiğim Nursel Hanım, böyle bir özelliğe sahip. Kasabın ‘çok şımarık bu çok ’ dediği haliyle, ilahi Nursel Hanım’cığım, hayatına bütün bilirliği (bilmişliği değil) ile devam ediyor. Asla ama asla yerde yemek yemiyor. Nursel Hanım’ın oyunu, gün, kuru bir domates renginde batarken sürdürülmesi gereken ‘unutmama’ oyunu.
Bu esnada gökyüzünden kurutulmuş domates renginde bulutlar geçiyor. Güneş mi bulutlar mı daha gerçek, orada da sınıfta kalıyor insan. Rüzgâr desen o da ayrı bir alem. Bayram harçlığını alıp mendilini sallayan eski bir çocuk o da. Değişen, betonlaşan, kuruyup giden bir iklime bakadururken, ne olursa olsun, çocuksu bir merakı elden yitirmeme oyunu.
Bana gelince, evdeki kurutulmuş domatesleri suya atmak ve yumuşamalarını beklemekten başka çarem yok. Ama her şeye rağmen, yok hayır, çaresizlik oyunu değil bu. Hayat varsa, ertesi gün varsa, kurutulmuş domates rengi bir seher varsa, hayır, çaresizlik oyunu değil.
***
Cumartesi Anneleri 700. haftada kayıplarını sormak istedi... Sadece kayıplarını sormak.