‘Onların peşindeyim. Klişe üretmeyenlerin, boş laf söylemeyenlerin, sahneyi bir ego gösterisine dönüştürmeyenlerin, sulu espriler ya da ucuz etkilerle izleyiciyi tavlamayanların, yaşamdan kaçmayanların, zamanımızı çalmayanların, baştakilere yaranmak için kırk takla atmayanların peşindeyim. Beni güldüren, ağlatan, şaşırtan, yadırgatan, düşündüren, ezberimi bozan, belki de bir an durup kendime döndüren tiyatro ustalarının peşindeyim.’
Zehra İpşiroğlu. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi’nden.
***
Adnan Binyazar ‘Sözün Onuru’ adlı kitabında denemeleriyle çıkıyor karşımıza. O denemelerden biri ise ‘Sanat Özgürleştirir’. İçeriği ile 27 Mart Tiyatro Günü’ne göz kırpan bir deneme bu. Bu yazıda, ülkemizde, sanatın, başta okullardaki eğitim olmak üzere es geçilmesine yönelik bir eleştiri var. Esasen, bugün bu noktaya nasıl vardık sorusunun cevabını da orada bulmak mümkün. Eğitim içerisinde sanata hak ettiği değerin hiçbir biçimde verilmemesinin, bir noktada, 21. yüzyıldaki Türkiye insanın ‘sonuç olarak’ nasıl ortaya çıktığının özetini de veriyor. Toplum olarak peşine düştüğümüz, hatta özenerek izini sürdüğümüz ‘vasatın da vasatı’nın ve ‘ezber’in ipuçlarını da orada bulmamız mümkün.
Dünya farklı mı sorusuna verilecek yanıtlardan birisi ise olsa olsa şu olabilir: Sanatı iyi kötü seven ve onu bir yere kadar (çok değil bir yere kadar) içselleştirebilen insanlardan oluşan bir toplum olsaydık bugün AKM’nin başına gelenlerin hiçbiri başımıza gelmezdi örneğin. Mimarisi iyiydi kötüydü, yönetimi hantaldı değildi tartışmalarının çok ötesinde, ihtiva ettikleriyle baş tacı edilmesi gereken bir birimken, yıllardır bir hurda yığınına dönüşmesine bilerek göz yumulması, göz yumulmasına karşı hiçbir şey yapılmaması ya da yapılamaması ise tam da bu toplumun sanatla kurduğu ya da kuramadığı bağın ‘hedef 12’ halidir.
Evet, bugün bir hurdaya çıkmış AKM örneğinde (ancak tek örnek değil bildiğiniz gibi) 12’den vurulmuş bir toplumuz! Binyazar, denemesinde, zamanında Dicle Köy Enstitüsü’ne bir öğrenci olarak ilk kez ayak bastığında oradaki kitaplığın muhteşemliğinden bahseder. Sadece kitaplık olsa iyi; müzik salonu ve resim-iş atölyesiyle apayrı bir dünyaya adım attığını söyler. Tam elli beş yıl sonra, şimdilerde Anadolu Meslek Lisesi olan bu binayı ziyaret ettiğindeyse kitaplığın kullanılamayacak eşyaların atıldığı bir ardiyeye dönüştüğünü ifade eder. Ve der ki: ‘Bir toplumda eğitimsel çöküşe bundan somut örnek gösterilemez.’
Peki. Diyelim ki okul eğitimi bu halde. Ya evdeki eğitim? Binyazar’ı takip edelim:
‘Sanat eğitiminin önemli çıkmazlarından biri anne babanın bireysel yeğlemelerini çocuğa dayatmalarıdır. Her anne babanın, çocuğunun başarılı olmasına özen göstermesi, bu konuda hiçbir özveriden kaçınmaması doğaldır. Ama çocuğunu aklına esen her türlü kursla bunaltmayı hak saymamalıdır. Evine kitap sokmayan anne baba, armut dibine düşer, çocuğunun elinde kitap görmüyorsa öfkeye kapılmasın! Kulağı düzeysiz müzikle dolan çocuğundan yaratıcılık beklemesin. Çocuğunu, bu sanatın içine tükürürüm diyenlerin yozlaştırıcı etkinliklerinden uzak tutsun.’
Sanatsal kavrayış neden önemli sorusu ise bu noktada çocuğun kendine duyacağı özgüvenle ilgili olsa gerek. Bu özgüven ne işe yarar sorusu ise malum yere çıkıyor. Höt deyince susturamayacağınız insanlara. Bu da malum bir sürece işaret ediyor.
Burada derin bir soluk alalım ve Binyazar’la bitirelim:
‘Kendine güveni olan çocuk özgürce düşünür, özgürce yaratır, özgürce davranır. Ne yazık ki, toplumsal piramidin tepesinden, geniş alanlı tabanına, insanımızda eksikliği en çok duyulan budur.’