‘Nereden geldiğimiz mi, nereye gideceğimiz mi?’
Biliyorsunuz e-soyagaci sitesi çok kısa süre sonra çöktü. Herkes nereden geldiğini öğrenmek istemiş olmalı. Bu, insana iyi gelen bir duygu olsa gerek.
Nereden geldiğini bilince, nereye gideceğini öğrenir ya insan, sanırım o hesap. Bir de yanlış yerde yanlış şeyler aramak var ki bugün anlatmak istediğim konuya dahil edilebilir. Anlatacağım öykünün kahramanının adının Soyağacı olması ise olsa olsa bir tesadüftür.
Neyse efendim. Soyağacı, bir aydır bu dünyanın bir parçasıydı. Anası onu, dünyanın 21. yüzyılına ve onun rengine uygun bir yerde, gri bir üst geçidin yanı başında, sancılı ama mehtaplı bir gecenin ardından pırt diye doğuruvermişti. Onu ve kardeşlerini beslemeye çok meraklı üst geçit teyzelerinden biri ise ‘aa bu aynı benim rahmetli annemin annesinin saraylı anneannesi’ diyerek dıdısının dıdısı Melek Hanım’ın anısını çok da fazla zedelememek adına, ortayı tutturacak bir kıvamdaki o ismi koymuştu ona: Soyağacı!
Diğer kardeşlerinin de adları vardı, lakin onlar çok kısa bir süre sonra 21. yüzyılın internet hızına bir çırpıda yenik düşüp arabaların frensiz meşumluklarında tükeniverdiler. Soyağacı’na ise ilk günlerde annesine yaltaklanmak ve yaşam kokusuna alışmak halleri musallat oldu. Sonra baktı ki böyle olmayacak hayata bırakıverdi kendini Soyağacı ve onu öğrenmeye başladı.
Adı gerçekten Soyağacı’mıydı, emin değildi ama anlamaya başladığı bir şey vardı: Üst geçit adlı bu hayatta yaşam sertti. İnsanlar mutsuzdu ve trafik uğultusu çok fazlaydı. Yapacak tek şey kalmıştı ona, araziye uyum sağlamak. Aksi takdirde kaderi, kardeşleri gibi olacaktı.
Soyağacı’nın gri yaşam alanı üst geçitle kurduğu patili ilişki her geçen gün biraz daha serpildi. O kadar ki oranın evi olduğunu düşünmeye başladı. Gürültülü mürültülü, ev evdi işte! İnsanların dilini çözmeye başlamış, bununsa iyi bir şey olup olmadığına karar verememişti. Yine de güzeldi!
Bu duygusal iklim, hoyrat adımlı insanların ellerinde koskocaman bir bezle oraya akın ettiği zamana kadar sürdü. Bu bezde koca koca harfler ve kocaman bir resim vardı. Bu büyük adımlı insanlar ellerindeki bezi ta oradan ta buraya gerip dururken dalgın ve sinirliydiler. Birbirlerine ‘çek biraz daha çek, gergin, daha gergin’ diye bağırıyorlardı. İşin aslı sanki kendilerini tarif eder bir halleri vardı. Bu Soyağacı’nın düşüncesi değildi elbette. Üst geçitten geçerken onu mıncıklayan genç bir kızdan duymuştu bunu. Gerçekten de haklıydı genç kız. Bu iri harfli bezi üst geçide asan insanlar çok gergindiler. Şaşkın bir ifadeyle ‘Safiye, Abdülhamit yazıyormuş Abdülhamit!’ diye üst geçitten eğilip bezde yazanı eşine okumaya çalışan yaşlı adama da sert sert baktılar. Özellikle de ‘ben emekli öğretmenim gençler, merakım o yüzden!’ dediğinde. Galiba biraz da korkuyla (bu duygu en iyi bildiği duyguydu Soyağacı’nın, bu yüzden hemen anlamıştı) bakıyorlardı yaşlı adama.
O zaman düşündü sanki, bir diğer meraklı olan Soyağacı: Acaba bu adamlar da bezi asarken, tıpkı onun gibi aşağıya, vızır vızır arabaların geçtiği yola düşmekten mi korkuyorlardı? O zaman adının anlamını, galiba biraz daha iyi anladı Soyağacı.