‘Burası bizim yurdumuz değil ki, bizi öldürmek isteyenlerin yurdu.’
Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e
Mektuplar’da böyle seslenir Tezer Özlü Leyla’sına. (Leyla Erbil’i anarken Tezer Özlü’yü anmamak mümkün değildi. Hele bu cümlesini...)
***
Yanlışlıkla yolumuzun düştüğü Gelibolu’nda (evet böyle yanlışlıklarla dolu tatil anılarım vardır ve laf aramızda buna bayılırım) çoluk çocuk uyurken sabah vakti erkenden kalkıyorum. 21 Temmuz. Yarımada’nın körfezlerinden birindeyiz. Suları buz gibi. Bu yüzden o saatte yüzmeye cesaretim yok. Bunun yerine biraz sahilde yürüyorum. Güneşin ilk ışıklarını, ilk ışıkları olmasa da ilkten bir sonraki demlerini keskin renkli suların üzerinde yakalıyorum. Sonra ağaçlara bakıyorum. Dallarda hiç bitmeyen rüzgâr, o sene, iki gün önce kaybettiğimiz Leyla Erbil’in yüzünü, kitaplarını, cümlelerini hatırlatıyor bana. Ya da kısaca, o hastanedeyken onunla yaptığım son telefon konuşmamızı. Ülkenin, dünyanın ya da kısaca bütün yeryüzünün bütün tuhaf kadınlarının mırıltılarını duyar gibi oluyorum. Üzgünüm, kendime içerliyorum. Neden sadece bir telefonla sesini duydum, neden gidip yüzüne bakmadım, neden elini tutmadım diye. Tekrar gözüm sulara kayıyor. Gözlerindeki hüzün, zeka ve pırıltıyı düşünüyorum. Kalan’dan birkaç cümle kalmış aklımda, kırık dökük de olsa hatırlamak iyi geliyor:
‘Geçti gitti hepsi artık. Yürü hadi... Yürüyelim... Hadi gel gir koluma... Ellerinin çizgisi ellerime benzeyen sevgilim... Ben hep yanındayım.’
***
O sırada rüzgâra ve denize açık kıyının bir köşesine atılmış tahta sandalyeler ve masaları fark ediyorum. Birileri sabah çayı demlemiş. Gölgeleriyle buyur ediyorlar beni. Çaya olan zaafım, anı başka bir boyuta kaydırmama yardımcı oluyor. En azından duygularımı. O duygular bana ölümün kimileri için bir sınır olamayacağını hatırlatıyor. Bunlardan biri de hiç kuşku yok ki Leyla Erbil. Tuhaf Bir Kadın’da, ‘Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın’ diyen o kadın, o usta yazar.
Derken ilk çay geliyor. Sabahın ilk yumuşak gerçeği gibi. İlerlerde, kasabanın köpeklerinin uyandığına dair kıpırtıları o zaman seziyorum. İri, güzel gözlü, sevecen hayvanlar bunlar. Zamanı yiyip bitiren, duyguları tarumar eden her şeye inat, onu artıran çoğaltan cinsten canlılar!
Nasıl mı?
Birazdan bir tanesi işi iyice ciddiye alıyor ve kıyıya iliklenmiş kayıkları geçerek iri iri gelip aynı irilikte karşıma, kumlara oturuyor. Ben o sırada ikinci çayımı istiyorum. Rüzgâr ve renk devam ederken çaycı kadına soruyorum ‘Bir şey yapar mı?’ Çaycı kadın ‘Yok be’ diyor. Küçük çaycı kulübesindeki kocasına bakıp gülerek mırıldanıyor ‘İnsanlardan kork, ondan korkma!’ Üçüncü çaydan sonra birlikte kalkıp merdivenlerin oraya, zeytin ağaçlarının arasından, otelin çamaşırlarının asılı olduğu küçük tepeye tırmanıyoruz. Çamaşırlar henüz asılmış. Tahta mandalların sabun kokusuyla buluşan kokusu, zeytin yapraklarının, deniz tuzuna karışan kokusuyla buluşuyor. İri arkadaşıma ve ela gözlerine bakıyorum o sırada. Kendimi onu sevmekten, sevmekten, çok sevmekten alıkoyamıyorum. Nedensiz bir sevinç doluyor içime. Sanki güzel bir kitap okumuşum, iyi kalpli birileriyle laflamışım, arkadaşlarımla güneşi kıskandırırcasına gülmüşüm, homurdanan insanlara karşı sağırlaşmışım, şiddeti bütün sözcükleriyle geride bırakmışım, sözcükleri almışım da yalanlardan azade yeryüzüne yeniden doğurtmuşum gibisinden bir sevinç... Her şeyi affedebilir, her şeyi yeniden düşünebilir, hayal edebilirmişim gibisinden bir his...
Ve o zaman işte, evimde olmanın mutluluğunu da hissediyorum.
‘Neden hâlâ hakikatinin peşindesin sen be kadın... Hangi hakikatinin... Ama bilmelisin... Evet evet insan bilebileceği kadar bilmeli... Gidebileceği kadar gitmeli.’ (Kalan’dan)
***
Leyla Erbil’e sonsuz sevgi ve saygılarımla.