Post filmini izliyorum. The Washington Post’un, yıllar süren Vietnam Savaşı’na son verecek hamlesini anlatan film, savaşın nasıl ama nasıl bir yalan olduğunu, devlet ‘adamlarının’ dilinde katmanlı, hatta romantik bir metafordan başka bir şey olmadığını gözler önüne seriyor. ‘Romantizmin’ böylesi yani! Bu arada binlerce genç insan hayatını kaybediyor, bir o kadarı da sakat kalıyor... Ne uğruna?
Bu soru ise dünyadaki hemen hemen tüm savaşlarda olduğu gibi havada kalıyor. Meryl Streep rolünde izlediğimiz gazetenin sahibi Kay Graham’ın, işlerin baştan sona tanığı, parlak mı parlak Savunma Bakanı Robert McNamara’ya sorduğu o soru da çok önemli: ‘Madem en başından kaybedeceğimizi biliyordunuz, çocuklarımızın oraya gitmesine niye göz yumdunuz?’ Bu arada Kennedy ve Johnson dönemlerinde Vietnam Savaşı’nın savunuculuğunu ve başaktörlüğünü üstlenmiş McNamara’nın yıllar sonraki itiraflarını paylaştığı belgeseli bulup (100 Yılın İtirafları) izlemenizi de öneririm. Politikacıların neden yaşadıkları anda değil de anılarında dürüst oldukları sorusunu da zihninizin bir yerlerinde tutarak elbette... Zira bu benim kafamın bir türlü basmadığı bir şey.
Tekrar bizim filme dönecek olursak, Post, aynı zamanda medyanın asli işlevinin ne olduğunu (yönetenlerin değil yönetilenlerin ve gerçeğin diline hizmet!) bizlere hatırlatması anlamında da ayrı bir öneme sahip. Dahası da var. Anayasa Mahkemesi’nin ‘bozdurulamaz’ kararı, ulusal basının Post’a verdiği destek de düşünüldüğünde, gazeteciliğin aslında ne kadar elzem ve hakkı verilerek yapıldığında nelere kadir olabileceğinin de kanıtı sanki.
Olayı özetlemek gerekirse Pentagon Belgeleri diye bilinen ve 1945-1967 yıllarına yönelik Vietnam Savaşı’nın arka yüzünü (savaş 1955’te başladı ve ancak 1975’te sona erebildi), ağırlıklı olarak nasıl siyasi ve ekonomik bir fiyasko olduğunun raporlarını içeren çok gizli dosyalar dışarıya sızar. Bunlar The New York Times’a iletilir. Times bunları basmaya başladığında ise Nixon yönetimi, hatta bizzat Nixon tarafından mahkemeye verilir. Bunun üzerine gazeteye yasak gelir ve işte o zaman devreye The Washington Post girer. Belgeler onların da elindedir ancak bu dosyayı basıp basmamak, tahmin edebileceğiniz nedenlerden ötürü, hemen her biri için tehlike çanları demektir. Çılgın ve cesur editör Ben Bradlee (Tom Hanks) ve ekibi bunu çoktan göze almıştır. Ancak gerçek cesareti gösteren başka biridir! Basın dünyasındaki erkek dilinin hükümranlığı, gazetenin sahibi Kay Graham’ın aldığı riskle bambaşka bir boyuta taşınır. Etrafını sarmış olan ve sürekli hık mık edenlere inat, endişeli bir cesaret ve derin bir tevazuyla ‘bunu basıyoruz’ der. Ve haberin basılması böylece mümkün olur.
Sonrası mı? İşe yerel bir gazete olarak başlayan Post, uluslararası bir gazete kimliğiyle bugün hâlâ mevcudiyetini sürdürüyor (Amazon’a satılmış olması işin rengini değiştirir mi zaman gösterecek).
Evet, filmi izledikten sonra ‘ne değişti’ sorusu zihninizde yankılanacaktır. Aldırmayın. Bence şunu hatırlayın: Haber çıktıktan sonra Post ekibi, Beyaz Saray’a adım atamayacak ekiplerin başında geldi ve kara listeye alındı. Peki onlar ne yaptı dersiniz? Bakınız Watergate.