Karşılıklı uzun ve hararetli bir konuşmadan sonra Gezi Direnişi için söylenebilecek en güzel cümlelerden birini söyledi genç bir arkadaşım:
“Orada insanlar gerçekten mutluydu.”
Mutluluğun tanımının 21. yüzyıldaki karşılığını epeydir düşünmekteyim.
Öyle ki sonunda şu noktaya vardım: ‘Mutlu musun?’ diye sorduklarında ‘Evet mutluyum’ diyor ve bunun ötesini pek de tanımlama gereğini duymuyorsanız bana göre gerçekten mutlusunuz demektir.
Neden derseniz, çağımız öteye beriye, şuraya buraya çekilme çağı. ‘Hangi çağ değildi ki?’ diye soracaksınız şimdi ve ben de size hak vereceğim. Ancak yaşadığımız yüzyılın en temel özelliklerinden biri sağ gösterip sol vurmak olduğundan, kısacası dinamikler hayli muğlak ve değişken, zeminse sürekli kaygan kaldığından işler biraz daha karışmış durumda. Bir de buna eklenen refleksler var. En başında da sözle kurduğumuz ilişki geliyor. Nedense hemen her söz kendi ideolojisini yaratma derdinde ya da böylesi bir şartlanma içinde. Hâl böyle olunca, duygulardan çok sözün iktidarı esas hâle geliyor ve o meşum ‘sözün’ üretilir olduğu hemen her noktada yan yana durabilmenin erdemini değil, bir merkez ve merkezin çeperini yaratma derdinin gerilimine düşülüyor. Yağma yok: Hemen hepimiz onun yarattığı dalgalanmaya kapılıp gidiyoruz zaman zaman.
Yeni zaman müritleri
Bundan daha da beter olan bir husus var.
Aslında hemen hiçbirimiz mutluluğa pek de inanmıyoruz artık. Onu naif bulanlarımız var. Bazen de gereksiz.
Belki bu yüzden onun etrafında dolanan ama gerçek anlamda mutluluğu hesaba katamayan sıkı (hatta zaman zaman can sıkıcı) sözler ve bu sözlerden oluşan projeler üretip duruyoruz. Örneğin karşı olduğumuz durumlarda bile bir süre sonra karşı olduğumuz yapının tıpkısının aynısı söylemler üretmenin tuzağına çabucak düşebiliyoruz. Bu da iki ileri bir geri noktasında oyalanmamıza yol açabiliyor. Dahası, bu hiyerarşiler yaratmaya eğilimli dil, orada sabitlenmemize (hatta bir tür felçlilik hâli yaşamamıza) ve kendi küçük iktidarımızı yaratmamıza da teşne olabiliyor. Sonrası malum. Gelsin yeni zaman müritleri, gitsin yeni kullar, köleler.
Genç arkadaşımın Gezi Parkı’ndaki ‘esas duygu’ tespitine sonuna kadar katılıyorum.
Gezi Parkı’nda insanlar mutluydular. Kanımca mutluluklarının asıl nedeni o anı yaşamaları, birbirleriyle çatışmamaları, yaşamı ve yaşamın anlamını kendi tekellerindeki bir şeymişçesine sağa sola dayatmamalarıydı.
“Gidebilseydik...”
Bu yeni direniş biçiminin ayırdına varabilmek için mutluluğun tanımını da belki biraz daha düşünmemiz gerekebilir. Yıllar geçse, yaşamlar değişse bile insanı farklı eşiklere çağıran, dahası insanı insan kılan en önemli duygulardır mutluluk ve sevinç. Azımsamamalı, ertelememeli ve kaçmamalı derim.
Hadi Abidin Dino’yla bitirelim bu yazıyı:
“Gidebilseydik Meserret Kahvesine/ İlk karşılaştığımız yere/ Ve bir acı kahvemi içseydin/ Anlatsaydık o günlerden, geçmişten, gelecekten, ne günler biterdi, ne geceler.../ Dinerdi tüm acılar seninle./ Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan/ Ve dolaşsaydık Türkiye’yi bir baştan bir başa./ Yattığımız yerler müze olmuş/ Sürgün şehirler cennet/ İşte o zaman Nâzım, yapardım mutluluğun resmini.../ Buna da ne tual yeterdi; ne boya...”
Mutluluk
Haberin Devamı