Cumartesi günü herkes ortalığı doldurmuş. Oradan oraya akıp duran bir kalabalığız. Hırgürüz, şuyuz buyuz ama daha çok yorgun bir kentiz, kendimizce cılız bir moladayız. Derken o yoğunluk arasında bir sessizlik anı oluyor.
Pembe.
Birbirine iyice sokulmuş gencecik bir çiftin adımlarını takip ettiğimi o sırada fark ediyorum. O karambolün içinde kafamda yarattıkları esrarengiz sakinliğe bakıyorum. Bir de kızın pembe, uzun hırkasına, hırkanın iki insana mal olmuşluğuna. Öylesine sarılmışlar ki birbirlerine dünya umurlarında değil. Kent ment derken bu hikaye nereye akıp gidecek diye merak ediyorum. Aklımda okunacak kitapların listesi, yazmaya debelendiğim yeni kitap, başka başka bir şeyler var(dı) ama bakıyorum da bunların hepsinin yerinde yeller esiyor. Yaşamın hakiki bir anı araya girmiş bile. O halde haydi!
Sağırlaşıyor ve Kadıköy Çarşısı’nın içerisinden, bu dağınık ve birbirini çok sevdiği belli çiftin pembeye çalan gözlerini taklit ederek geçiyorum. Önce kitapçılara dalıyorlar. Kız çok satan bir kitaptan bahsediyor oğlana, oğlan 9.99 liraya inmiş filmleri gösteriyor. ‘İkimiz seyredersek bedavaya gelir’ diyen bir hali var. Bir anlık boşluk. Sonra yine sarılıyorlar birbirlerine. Yine pespembe oluveriyor, öpüşüyorlar! Sonra hoppp, her dükkanda ayrı çalan ve tam bir ses cümbüşü yaratan müziğin içerisinden kendi ritimleriyle gökkuşağı gibi geçiveriyorlar.
Galiba orada iyice eskiye dönüyorum. Birbirini çok seven iki arkadaşımın aynı pembelikteki kırpık öyküsüne. Bu çarşı içinden ne çok ama ne çok geçerken, onların sevgilerinin, birlikte yürüdükleri zaman bizlere de bulaşan yanına. Sonsuza kadar birlikte yaşadılar lafını birbirlerinden esirgemeyerek, korkmayarak oracıkta yaşayabildikleri derin aşklarına. Sonsuzun falan olmadığını anlamayı biraz da onlara borçlu olduğum, lise biter bitmez ayrılışlarındaki gerçeğe de, elbette. Yıllar sonra kızın Salinger kahramanlarını anıştırır repliklerine baktığımda aşkın ne tuhaf bir şey olduğunu bir kez daha düşündüğüme de. ‘Onu çok sevmiştim’ deyişine. ‘Ama yaşam bu derinliği, böylesi bir sevgiyi kaldıracak bir şey değil-miş!’ Böyle derken başını eğişine, benimse o sırada tutarsız bir biçimde bugünkü gibi bu çarşı içini hatırlamama. Fallar bakıp kahve kokusunu maziyle karıştırmamıza.
Kafamı kaldırıyorum. Yoklar!
Tam o sırada yeniden görüyorum onları. Çarşı her zaman olduğu gibi kahve kokarken, metronun derinliğine çekilmek üzereler. Telaşla peşlerinden koşturuyorum. Onlar bu eski diyarın yeni metrosunu ister istemez pembeye boyarlarken ben de yazıp duruyorum kafamda, oğlan Bostancı’da oturuyordur, kız Maltepe’de diye. Adettendir şimdi oğlan kızı önce Maltepe’ye bırakır, sonra tekrar Bostancı’ya döner. Ayrıldıktan sonra ise en az birbirlerine on defa telefon ederler. Yaşamın küçük ayrıntıları, sadece böylesi bir sevgide bu kadar net görünür, belki bu yüzden. Sonra her şeyi ama her şeyi anlatırlar birbirlerine. Karşı komşunun kızının saçları, bahçede açmış bir gül, duvarda farklı görünen bir leke, annenin nezlesi, kız kardeşin sınav sonuçlarında yaşadığı aksaklık, içilecek çayın lezzeti... Ama ne yaparlarsa yapsınlar birbirlerinden ayrı kalmanın özlemini dolduramayacak detaylar olur çıkar bunlar. Birbirini gerçekten sevmenin sözcüğü yoktur çünkü.
Sonrası malum. Yürüyen merdivenler sağ olsun, hep birlikte derinlere indik. İndikçe yukardaki canhıraş gürültü hafifledi. Sanırım hafifledikçe iyileştik. Sonra tren geldi. Bekleyenler, inenler, binecek olanlar. Yukarıya oranla daha sakin ama yine de insan yüklü bir başka cumartesi hareketliliği vardı aşağıda. Pembe, rehavete karıştı. Bu tuhaf rahatlık eşliğinde bizimkileri birbirine emanet edip başka bir vagona atladım. Yaşam bal gibi böylesi bir derinliği, olmadık zamanlarda bile kaldırıyordu işte!
Ya istikamet?
Artık neresi olursa.
Mola
Haberin Devamı