Bir varmış bir yokmuş. Güzel kahkahalı kadınlardan birinin başına bir olay gelmiş.
Onun öyküsünü anlatmadan önce John Stuart Mill’in ‘Özgürlük üzerine’ adlı o eskimeyen makalesini hatırlatmak ve oradan birkaç satır paylaşmak isterim:
‘Yetişkinlik çağına ulaşan ve aklı başında kararlar alabilen herkes, herhangi bir müdahale olmaksızın kendi iyi yaşam görüşüne uygun davranabilme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Kendi eylemlerimle, kendime zarar versem bile, bu, devlet müdahalesi için yeterli gerekçe değildir.’
Burada durayım ve arkadaşımın başına gelenleri, hatırladığım kadarıyla aktarmaya çalışayım (ben çok unutkan oldum bu aralar). Adını burada Şahane olarak anacağım bu arkadaşım, Marmaray’dan geçerken malum bir biçimde aranıyor. Sonra bir tanıdığına rastlıyor ve onunla merdivenlere doğru yürümeye başlıyor. Bu esnada ‘eksik arandığına dair ’arkasından seslenen polis memurunu duymuyor. Oradaki polis memuru, (adına şimdilik Şerif mi desek?) Şahane’nin arkasından koşarak geliyor, Şahane’yi paldır küldür durduruyor ve (işte burası çok önemli) Şahane’nin yüzüne elinin tersiyle (sonradan aslında o kadar ölçüsüz olmak istemediğini kazayla böyle bir şeye neden olduğunu beyan etse de) bir dokunuş dokunuyor! Ve ardından da kükrüyor:
‘Sana üç defa seslendik!’
Şimdi. Bu esnada tüm Şahaneler ne yapar sorusu akla geliyor elbette. Cevap belli. Ee, bizim Şahane de onu yapıyor.
Yanındaki arkadaşıyla paylaştığı kahkahasını yarım bırakıyor ve karşısında burnundan soluyan Şerif’e şaşkın şaşkın ‘Sizi duymadım’ diyor, az önce, yüzünde esen, made in Şerif rüzgarını henüz tam algılayamamış bir halde olsa bile. (Bir de bu senli benlilik nedir Allah aşkına sorusunu o an olmasa da sonradan çok düşündüğünü biliyorum.)
Gerçekten de Şahane, Şerif’i ve onun kıvamındaki arkadaşlarını duymamış... Şahane’nin başına gelen hepimizin başına gelebilir. (Şahsen ben bu ara unutmak kadar işitmeme eğilimine de sahibim; duymadığımız zaman itilip kakılmak ve potansiyel suçlu ilan edilmek ne ola ki? Sana üç defa seslendik. Ee, bir daha seslen o halde kardeşim. Nokta.)
Ancak Şerif Şahane kadar şahane değil. O bu öyküde aksi adam rolünde ve ne yazık ki bu rolde de ısrarcı:
‘Zaten kafam atık, başlatma be!’ diye kaldığı yerden devam etmez mi?
Ha işte Şahane, o zaman, bulunduğu yeri tümden unutuyor. Başka bir deyişle zemin ayaklarının altından kaymaya başlıyor. Sus Allah sus, nereye kadar sorusu boğazında atmaya başladığından, sesini törpüleyemez bir halde:
‘Ne demek kafam atık?’ diye bir soru soruyor Şerif’e. Ve sonraki şahane cümlelerde de şunu söylüyor:
‘Siz bir polissiniz, benim kafam atık olsa bile, sizin kafanız atık olamaz. Diyelim ki kafanız atık. Bunu asla bize yansıtmamanız gerekiyor. Sizin göreviniz bizi suçludan korumak. Bizleri her koşulda suçlu ilan etmek değil. Sizin göreviniz bize müdahale etmek değil, bizlere müdahale edilmesine engel olmak, kafası atık memurlar olarak ortada dolaşmak, sağa sola elinin tersiyle had bildirmek demek değil.’
Şerif bunun üzerine ‘Nee, bir de polis memuruna kafa tutmak ha, sen bittin!’ diyor Şahane’ye.
Şahane ise
‘Ne kafa tutması?’ diye soruyor. ‘Ben burada nefsi müdafaa yapıyorum. Olacak iş değil ama öyle.’
Hikaye böyle devam ediyor ve Şahane esaslı duruşundan bir milim taviz vermeyerek o 15 dakikayı yaşam hanesine bir kazanım olarak katıyor (ee hep kaybedilmez ya kardeşim). Şahane’nin bu şahane cümlelerini ipeksi mendilin içerisine sıkıştırılmış bir bayram hediyesi olarak kabul ediyor, aynı cümleleri kurbanlık koyun inisiyatifi adına her şeye boyun eğmemizi, biat etmemizi bekleyenlere, iyi bayramlar temennisi ile hatırlatıyor ve hepsini içtenlikle selamlıyorum.