‘İstasyonda saatinde gelmeyen treni bekleyen yolcular gibiyiz. Kulağımız dışarda, hep tedirgin, çay üstüne çay içiyoruz’ Mine Soysal, Daralan
Mine Soysal’ın ‘Daralan’ adlı kitabı, gençlerin dar bir alandaki sıkışık seçimsizliği üzerine kurgulanmış bir yapıt. Umutsuz mu? Hayır. Ancak o küçücük ve sembolik alan düşünüldüğünde, kitap, sanki hepimizin bir parçasını da anlatıyor. Küçücük dünyaların içine tutsak edilmiş halimizi. Bir çoğalabilsek... Belki aşacağız ama ah bu tedirginlik, bu korku ve endişe hali yok mu! Bu ‘ne değişir ki’ hali. Oysa değişim tam da bunu aşmayı göze almakla başlıyor. ‘Ne kaybederim ki?’ sorusuyla.
Ne kaybederim?
Kitapların ne anlama geldiğini yeniden düşünmek için iyi fırsat var önümüzde. İstanbullu kitapseverin kitapla buluştuğu İstanbul Kitap Fuarı yeniden kapımızı çaldı! Şehrin bir ucuna taşınarak, kitap kokusunu duymayı özlemiş nicesiyle birlikte ‘orada’ bulunacağız. Bu tip fuarların, insanı o dev salonlara adım atar atmaz hücceten yutan halini pek sevmesem de, kısacası kitapla insanın buluşmasını başka bir koku ve algıyla içimde yaşatsam da, yine de Fuar’ın güzelliğini ve özelliğini duyumsamaya çalışanlardan biri olacağım.
Neden mi? Çünkü kitap yaşamdır. Daha da net söylemek gerekirse kitap candır!
Burada bir parantez açayım. Kitap sadece can değil aynı zamanda yaşadığımız zamanı kavramanın da bir parçası, hem de çok önemli bir parçasıdır. Yol pusulası, yolcu ve bazen de yolun ta kendisidir. Kısacası gitmektir, harekettir.
Geçtiğimiz günlerde Manisa’da, Manisa Celal Bayar Üniversitesi’nin disiplinlerarası bir sempozyumuna katıldım. Çevre ve Edebiyat temalı bu önemli sempozyumdaki konuşmacılardan biri de Hintli biyoloji profesörü Majeti NarasimhaVara Prasad idi. Kendisi doğanın verdiği kırmızı alarma değinen kapsamlı bir konuşma yaptı ve konuşmasını çok ilginç bir saptamayla bitirdi. Ona göre insanda doğa, yaşam ve çevre bilincini uyandırmada başat rol kitap ve dolayısıyla edebiyattaydı! İçinde yaşadığımız zaman dilimi, şu an hâlâ ‘o parti bu parti’ biçimindeki bir hengameyi kaldırabiliyor gibi olsa da, yakın gelecekte asıl sorunumuzun nefes alacağımız temiz hava ve içeceğimiz temiz su ve elbette doğal ve doğru beslenme olduğu gün gibi aşikâr! Bu yüzden sorunun siyasi savrulmaların dehlizlerinde kaybolmak yerine yaşamsal gerekliliklerde netleşmesi de esas. Belki de bu yüzden yeni gündem oluşturmayı hedefleyen ‘partilerin’ de (örneğin İyi Parti) devşirme usul oy toplama derdi yerine, iktidarın açtığı çukurlara düşmeden yaşamı, insanı, kültürü ve doğayı hedefleyen özgün fikirlerle yola çıkması çok önemli. Esasen Türkiye’nin ve elbette dünyanın ihtiyacı olan da bu. Yeni fikirler ve çözümler... Sorunun değil, çözümün bir parçası olma çabası. İktidar sözcüklerinin yeniden üretilmesi yerine farklı bir dünya görüşünün mümkün olduğunun altının çizilmesi. Kitaba, edebiyata, yaratıcılığa, eğitime, sanata ve kültüre farklı açılarla yaklaşılması, insanlara çoğulluk denilen sözcüğün -ler ve -lar takısı değil, bir yaşam fikri olduğunun aktarılması. Oy birliği denilenin bu fikir çerçevesinde düşünülmesi, tartışılması ve yeniden bir kez daha düşünülmesi. İşte o zaman Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri’ndeki yitik kahramanının bir sonraki adımını görebilirmişiz gibi geliyor bana. İstasyon şefinin giysileriyle kaybolmuş, felçli, zamana ve mekana tutsak o yitik kahramandan, bugüne -o gelmeyen trenleri bekleyen hallerimize, zamanı boşu boşuna öldürürkenki bugüne- kadar ne değişti sorusu yerine , başka bir şeyler... Ne mi? Tren gelmiş, ‘ne kaybederim ki’ demişiz, korkuları aşmış trene binmişiz, gitmişiz, gitmişiz, az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmişiz ama ‘gitmişiz’ gibi bir şeyler.
Gitmek, evet ya, gitmek. Sahici bir gelecek için.