Anlatıyor:
Eski bir tesisat borusundan yapılma bir abajur karşımda duruyor. Mağazadaki oğlanla bakışıp duruyoruz. ‘Sevdiniz siz onu, sevdiniz’ diyor. Sevip sevmediğimden emin değilim. ‘Abajur’un yanındaki kırmızı musluğa bakıp duruyorum. Bir keresinde evde patlayan bir su borusunun izinin düştüğü bir musluk bu. Hatırlattıkları ise yerde yüzüp duran halılar ve bir o kadar sıkıntı. Bu abajurun sevgiden çok kafamı karıştırdığı ortada. Derken gözüm kovalara kayıyor. İlkokulda koridorun dibinde her birinin üzerindeki harflerle (Y-A-N-G-I-N) hatırladığım bu kovaların ne işe yaradığını tam olarak belirtemiyor oğlan. ‘Saksı diye kullanırsınız’ diyor. ‘Ne saksısı?’ diye gayriihtiyari soruyorum. ‘Ne bileyim içine kaktüs dikersiniz’ diyor. Sonunda eski bir Leica’dan bozma bir çalar saat alıp çıkıyorum.
Derdin neydi diye sormuyorum. Aslında net bir cevap aramadığımın da farkındayım. Yıllar önce bir komşumun neden söylediğini hatırlayamadığım o bilmiş cümlesi bu duruma denk düşebilir: ‘Renkler ve zevkler tartışılmaz!’ Ona da niye tartışılmasın ki diye sormadığımı fark ediyorum, vb. çelişkiler.
Aranacak bir cevap varsa o cevap, sevgili Fazilet’in (Onat) bir hafta önce gönderdiği Zygmunt Bauman’ın ‘Iskarta Hayatlar’ adlı kitabında saklıymış meğerse...
Kitabı tamamen bitiremediğim için (ve kitap ağır ağır lezzetini çıkara çıkara okunması gereken bir kitap olduğu için) birkaç noktayı sizlerle paylaşıp bugünlük dükkânı kapatmayı planlıyorum.
Bauman, kitabında ‘Modernite ve Safraları’ alt başlığıyla karşımıza çıkıp bizlerle ilk başta nesnelerle sonrasında insanlarla (özellikle sığınmacılar ve göçmenler) ilgili son derece çarpıcı saptamalar yapmış. Yaşadığımız zaman diliminin ‘atıklardan kurtulma’ çabası olduğunu dillendiriyor Bauman. Oysa bu ‘atık’ fikrini yaratan da sistemin ta kendisi. Sanayi Devrimi’nden bu yana yapılagelen bu. Ekonomik ve teknolojik ilerlemenin özü ve sözü bir atık yaratma hali aslında. 21. yüzyılın en acı tecrübesi ise bu ‘atık’ fikrinin artık tamamen insana yaftalanmış hali. Peki ya siyasetçiler ne yapıyor? Kendi pis atıklarını duru bir su gibi göstermek için en çok onları kullanıyor!
Kısacası ıskartaya çıkarılmış hayatlar, yeniden dönüştürülüyor ve tezgâha konuluyor. Kazanan kim sorusu ise ortada. En ayrımcı, ırkçı, sefil, faşist politikaları sürdüreduran siyasetçi... Ancak iş bununla da bitmiyor. Örneğin tüketim mallarının pazarlandığı birçok yer için atık kültürün hayat bulduğu yer diyebiliriz. Dahası da var: Hemen hepimiz çöpe atılma korkusu içerisinde kendimizin, toplumun, ilişkilerin ‘kurbanlık koyunu’ olma kâbusunu yaşar haldeyiz. (Kurban Bayramı için özel bir seçim değil!)
Bauman, dışlanmaktan korktuğumuz dehşetin iki kaynağı olduğunu söylüyor. İlki Büyük Birader, ikinci ise onun erkek kardeşi! Ancak ne yazık ki şimdiki zamanda çoğu insanın bu iki kaynağın izini kaybettiğini belirtmekten de geri kalmıyor. En büyük sıkıntımız da bu zaten.
Ufacık hatırlatalım: İlki Büyük Abi, George Orwell’in totaliter abisiydi. Onun şimdiki erkek kardeşi ise Büyük Abi’nin gaddarlığını, şeytani bir düzenbazlığa çevirme sorumlusu! Ha, ikisi de yaşıyor bu arada. Eski Büyük Birader her zamankinden çok daha donanımlı ve ‘kent gettoları, mülteci kampları, cezaevleri gibi toplumsal mekânların en uç noktasını’ tutmuş durumda. Kısacası ‘her çeşit hapishanenin piri’. Erkek kardeşinin görevini daha rahat yapmasını sağlamak ise en önemli görevi. Genç kardeşinin itici, mide bulandırıcı hallerini bizlere iyi bir özellik, adeta bir ‘hayat kurtarıcı, güvenli ve mutlu bir yaşamın reçetesi’ gibi sunması ise en biricik ödevlerinden biri. Küçük Birader’e gelince... Ondan daha çok çekeceğimiz var...
Soru ise şu:
Kendi seçtiğimiz saatle (eski bir Leica’dan bozma bir saat de olabilir bu) kendi seçtiğimiz yolda kendi zamanımız ve rüyalarımızda yürümeyi göze alabilecek miyiz? Bauman’a göre hikâyemiz budur. Yine de özetlemeye çalışarak olmaz; okunması gereken bir kitap ‘Iskarta Hayatlar’... (Can Yayınları, çev. Osman Yener)
İyi bayramlar!