‘Taş kesilen insan gördünüz mü, hiç?
Ben çok gördüm; hep anneannemi gördüm. Her cumartesi Galatasaray’ın önüne gider. Giderken ibadete gider gibi giyinir, abdest alır, sağ ayağını sürükleyerek besmelesi dilinde çıkar kapıdan. Dudakları mırıltılı kıpırdanır. Kimse anlamaz ne dediğini, ben anlarım.’
Bu satırları yepyeni bir kitaptan aldım. Ayşe Başak Kaban’ın Ben, Kendim ve Bergen adlı öykü kitabından. Bu satırlar beni bambaşka yerlere götürdü. Çocukların sezgilerini düşündüm.
Ne kadar da güçlüdür o sezgiler! Onlar her şeyi anlar ve çoğunlukla susarlar; talihleri yaver giderse derin bir hayal gücü ile büyür, talihsizlerse yaşamın içinde tökezler, yollarını, denizlerini erkenden kaybediverirler.
Ayşe Başak Kaban’ın Dayımın Kemikleri adlı öyküde anlattığı da böyle bir gencin öyküsü işte. Hiç kuşku yok ki bugünü daha farklı bir biçimde bizlere hatırlatıyor. Bugün 399 haftadır her Cumartesi, İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda hepimize seslenen Cumartesi Anneleri, 400. oturmalarını gerçekleştiriyorlar.
Gözaltında kaybedilen evlatları, eşleri, kardeşleri, amcaları, dayıları için 400. kez buluşacaklar.
En büyük sorunlarının insan hakları temelli gazeteciliğin eksikliği olduğunu belirtiyor, basının seslerini duyurmaları konusunda sağır olduğunu söylüyorlar.
Bu kayıplara karışan insanlarla, onların aileleriyle aynı görüşlere sahip olmayabiliriz ancak gözaltına alındıktan sonra ‘kaybedilmiş’ bu insanların gerçeği hepimizin gerçeğidir. Bu ülkenin gerçeğidir bu kayıplar, çünkü bu gençler, bu ülkenin evlatlarıdır.
Peki ya kadınlar? Anneler? Anneanneler?
‘Anneannem melekler kadar sabırlıdır’ diyor Kaban bu hazin öyküsünde. ‘On sekiz yıldır bitmek bilmez bir yasın ağır işçisidir, sabrı oradan gelir. Galatasaray’ın önünde taş kesilir. Elinde dayımın fotoğrafı; siyah beyaz, bıyıklı genç dayım... Hep genç kalacak.’
Hep genç kalmak ha!
31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki temasının ‘çocuk ve gençlik edebiyatı’ olduğunu hatırlatalım ve emeği geçen herkese selam edelim buradan. Benim önerim belli: Bir fırsatını bulun çocuklarınızı fuara götürün. Kitaplardan, düşüncelerden, hayallerden korkmasınlar. Risk alabilmenin yaşamak olduğunu, risk almak içinse donanımlı olmak gerektiğini fısıldayıverin onlara.
Şansları bol olsun, yolları açık. Farklı dünyaları özlemenin keyfini çıkarsınlar; özledikleri dünyaların insanları olsunlar.
Ne diyorduk? Çocukların sezgileri gerçekten de güçlüdür.
Onlar anlar ve çoğunlukla susar; talihleri yaver giderse...
Bu ülkedeki gençlerin talihleri yaver gitsin artık! Gitsin... Gitsin ki bizim çocuklar da ünlü Fransız yönetmen François Truffaut’nun 400 Darbe filmindeki o çocuk gibi kendi denizlerine varmanın anlamını er ya da geç bulsunlar.
Ama mutlaka bulsunlar. Yaşasınlar. Yanlış yapsınlar, doğru yapsınlar, bir daha yanlış yapsınlar. Böyle gitsin işte. Yeter ki yaşayarak yaşlansınlar.