Altın Defter’de, genç bir yazarın, Anna Wulf’un yaşamı üzerinden bir kadının var olma şansını, ihtimalini ve mucizesini bizlerle paylaşmıştı Doris Lessing. 1960’lı yılların başında yazdığı bu roman, kadınlara var olmak anlamında çok önemli ipuçları sundu; hâl böyleyken bir kısmını çok kızdırdı, bir kısmını büyüledi, velhasıl kısa sürede kült bir roman hâline geldi. Toplumla yüzleşirken aynı zamanda kendisiyle yüzleşen bir kadının öyküsüydü kitap. Bir bakıma retoriklerle gerçeklerin nerelerde ayrıştığını, öte yandan gerçeklerle hayallerin nasıl buluşabileceğini anlatıyordu.
94 yaşında onu yitirdiğimizi öğrenir öğrenmez kütüphanemden bulup çıkardım Altın Defter’i. Dürüst bir yüzleşmenin kitabı olarak okumaktan hiç vazgeçmeyeceğim satırlarına yeniden göz attım. Tanışma fırsatını hiç yakalayamadığım bir yazarın tanıdık, dirençli, samimi, güçlü satırları arasında bir kez daha dolaştım.
Cesaret!
1919’da İran’da doğan, ardından 1925’te ailesiyle birlikte Rodezya’ya taşınan yazarın yapıtlarındaki en belirgin motifti ırkçılık. Bu konuda cesurca yazdı, cesurca eleştirdi.
‘İsterseniz yanlış düşünün ama her durumda kendi kafanızla düşünün’ cümlesinin ardında yatan gerçekse onun okullarda verilen ezber eğitim sistemine karşı aldığı net tavır olarak özetlenebilir. Yazar daha 13 yaşında Katolik eğitiminden vazgeçip yaşamının yelkenlerini keşif rüzgârlarıyla doldurmaya cesaret edebilmişti. Altın Defter’le birlikte sayısız kitaba imza atmış Nobel’li Lessing’i Lessing yapanın öncelikle bu cesareti olduğunu teslim etmek durumundayız. Öyle ki yazdığı her kitapta yaşam karşısındaki bu duruşundan vazgeçmedi, ödün vermedi.
Zaman zaman bunun bedellerini ödedi elbette, eleştirildi. Ancak eleştirmenler konusunda da kafası rahattı. Onları da, birçoğu gibi, ezbere kayıtlı bir eğitim sisteminin halkaları olarak görüyordu:
- “Bu eğitim, çocuğun beş ya da altı yaşlarında okula gitmesiyle başlar. Notlar, ödüller, mevkiler, eğilimler, yıldızlar ve çizgilerle başlar bu süreç. Bu at yarışı zihniyeti, kazanan ve kaybeden biçimindeki düşünüş yazar X, yazar Y’den birkaç adım ileride, geride yorumlarına kadar gider. Çocuk, başından beri başarı ve başarısızlık terimleri kullanarak, karşılaştırmalı düşünmek için eğitilmiştir. Bu bir ayıklama sistemidir. Zayıf olan umudunu yitirir ve aradan çıkar; birbirleriyle devamlı yarışacak birkaç kazanan kişi yaratmak için planlanmış bir sistemdir bu.”
Bu durumu eğitimin sonuçları olarak kaçınılmaz buluyordu Lessing. Hatta çocuğa öğretilen ‘özgürlük, demokrasi, özgür bir ülkede yaşama prensipleri’ gibi hususların karşılığının olmadığını, esasen aynı çocuğun çağının ‘tutum ve dogmalarının kölesi’ olarak yetişmekten başka şansının bulunmadığını da belirtiyordu. Bir eğitim sisteminin öğrencilerini kendileri dışındaki insanların düşüncelerini beğendirmeye şartlandırdığı müddetçe işlevsiz olacağına inanıyordu. Sonuçta böyle bir eğitim sisteminden çıkanlar kendilerini otorite temsilcilerine beğendirmekten başka bir yol bulamayacaklardı hemen her alanda. Ve daha da beteri, bir türlü kendileri olamayacak, yaşam dendi mi sadece taklit etmeyi anlayacaklardı.
Okulun bu kurallar üzerinde yükselen prensiplerini ve bu prensiplerin yaşama kodlanışını hiç benimsememiş, yaşamı genel geçer ikilikler üzerinden yaşamamayı tercih etmiş ve düşüncelerini cesurca kâğıt üzerine aktarmış bu yeryüzü ustasının öncelikle Altın Defter’ini okumanızı öneririm. Ardından “Türkü Söylüyor Otlar“, “İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler“ ve “Kedilere Dair“i kaçırmayın derim.