‘Söylesene’ dedim ‘Sana neyi çağrıştırır delice?’
‘Zeytin’ dedi ‘Ne olacak!’
İstediğim cevap bu değildi, nedense pes etmeye de hiç niyetim yoktu.
Hemen değil, şöyle laf lafı açtıktan, modaydı, yerli diziydi diye konuştuktan sonra ‘Peki’ dedim, ‘Ya delice olan? Yani tüm bu yaşadıklarımız düşünüldüğünde delice olan nedir sence?’
O zaman ‘sen kazandın’ edasıyla yüzüme bakarak saymaya başladı.
‘Laik eğitim isteyenlerin standının parçalanması örneğin’ dedi. ‘Bu devirde bu ülkenin laik eğitimden başka bir şansının olabileceğini düşünmek kafayı kuma gömmek değil kendini gönüllü kum torbası haline çevirmektir! Kan ve çölden ibaret bir ülke haline gelmek istemiyorsak yani... Ama bundan daha delice olanlar da var. Ne mi? Bir ceza hukuku öğretim üyesinin bir milletvekilini boğmayı düşünmesi. Düşünsene uçaktasın ve bir bilim insanısın ve arkasına oturduğun adamı boğma teliyle boğmak aklından geçiyor! Tekrar edeyim sen bir hukuk insanısın, öğrencilerin var, onlara ceza hukuku anlatıyorsun... Yani artık ne anlatıyorsan hukuk diye onlara. Üstelik bu feci duygunu sosyal medyada fütursuzca dile getiriyorsun, destek bekliyorsun. Tekrar edelim. Sen bir hukuk hocasısın. Öğrencilerin var. Sorumlulukların var. Kendine yol gösterici diye hukuku seçmişsin. Hayatla kurduğun bağ adalet üzerinden yani... Sonrası mı? Milletvekili seni suçüstü yakalıyor ve o anda senin ona verdiğin cevap şu oluyor: ‘Seni sevmek zorunda değilim... Pes... Sen bir hukuk öğretim üyesisin yahu. Okuduklarından hiç mi bir şey çıkarmadın; içinde gezinen bu sevgisizlik nasıl bir bağnazlıktır ki hiç ama hiç yontulmadın...’
Burada yutkundu.
‘Ama bundan daha delice olanlar da var’ dedi. ‘Delice olan, freni patlamış ve yokuş aşağı giden bir kamyona dönen ülke insanı olmak’ diye devam etti. ‘Hepimizin frenleri patladı!’
Derken olan oldu. Böyle bir tweeti destekleyecek, bu duruma kendince mantık geliştirecek, mantıksızlık ve sığlık ormanında hezeyanlar içerisinde gezinirken bile ‘hâlâ’ tuhaf tuhaf cümleler sarf edecek nicelerini hatıra getirir sözsüz bir öksürük krizine tutuldu sonra. Epey sürdü bu öksürük faslı. Sansüre tabi bütün sözcükleri kapladı kapladı ve sonra birden kesiliverdi.
Tam burada kendinden hiç ummadığım şekilde bir kibrit yaktı ve sigarasını tam yakacakken, oraya çiçek deseni çizdiğimi görünce ‘valla ne diyeyim sana da gelmişler bak’ dedi. ‘Sansürcü, otosansürcünün teki olup çıkmışsın sen de işte!’
‘Ya sahi, bir ceza hukuku öğretim görevlisi böyle bir cümleyi nasıl kullanır?’ diye sordum. Pat diye. Aklım hâlâ, nedense orada.
‘Sekiz yaşındaki kız çocuklarına tecavüz edilen, adaletin lime lime edildiği bir ülkede çiviler yerinden oynamışsa... ’ diye iç geçirdi. ‘Olsa olsa soru yanlış sorulmuştur, asıl senin sorun yanlış’ diye isyan etti. ‘Delice olan nedir diye değil, makul olan nedir diye sorulmalıdır soru. Delice olmayan ne kaldı elimizde diye sorulmalıdır.’
O zaman ben de ‘delice olmayan nedir?’ diye sordum.
O zaman yüzüne ışıklar doldu.
‘Elbette zeytin ağaçları!’ diye cevap verdi. ‘Bu karabasanı yenme umudumuz, barış beklentimiz, değişecek olana bağlılığımız, bu dünyanın kimseye kalmadığına dair kaderci ama haklı inancımız, bu ülkeyi sevişimizin romantizmi, hayatı tercih edişimizin o müthiş direnci, çocukların kahkahaları, kadınların kahkahaları, insanların kahkahaları, gençlik, gençler ve her zaman umutları, vicdanları, bilgileri, bilgelikleri ve sağduyularıyla genç kalanlar. Sevebilenler, sevmekten korkmayanlar...’