TRT 1’de sadece elektrik israfı olabilecek programlardan birinde ‘akademisyen’ bir kişinin verdiği derin bir ‘bilgi’ sonucunda, Nuh’un Gemisi’nde bir cep telefonuna rastlanmıştır. Hükümsüzdür. (Bir kayıp ilanı denemesi)
***
Yıllar önce Eskişehir’e gideceğim. Oldum olası otobüs yolculuklarını romantize etmiş biriyimdir. Bu yüzden heves bu ya diyerek bölgenin otobüslerinden birine binmek istiyorum. O esnada bir arkadaşım da New York’a uçacak. Uçağının rötar yaptığını haber verdiğinde ben de Eskişehir’e doğru yola çıkmak üzereyim. Ona ve rötarına hafifçe üzülüyorum. Dünya kadar uçacak, üstüne bir de rötar... Öte yandan, kendimi şanslı addedip ufukta beni bekleyen ahenkli güzel yolculuğun keyfini çıkarma arzusu içinde Harem’den otobüse atlıyorum. Gerçekten keyifliyim! Muavinin içten merhabası da cabası... Yola çıkıyoruz. Ancak çok kısa bir süre sonra bu otobüsün, dört tekerleğine ve olduğuna inandığım bir motoruna rağmen, yolda ‘gitmeyen’ bir otobüs olduğunu fark ediyorum. Öyle ya on dakika gidip yarım saat mola vermek nedir sahi? Bir müddet böyle devam ediyoruz. Yolcuları tek tek topluyoruz. İçten muavin, hummalı bir ciddiyetle onların bavullarını tek tek bagaja yerleştiriyor. Kısa bir süre sonra şehirlerarası bir yolculuktan çok semtlerarası bir yolculuğun insanları haline dönüşüveriyoruz. İki saat geride kalıyor ama hâlâ hiç gitmiyormuşuz gibi bir his içerisindeyim. Otobüsteki insanlara ve yüzlerine bakıyorum, alışmış bir edayla otobüsün girip çıktığı garlardaki eğlencelik görüntülere ve onların rehavetine bırakmışlar kendilerini.
Derken geride bıraktığımız saatler onları da hafif hafif endişelendirmeye başlıyor. İçten muavin ortalarda gözükmüyor, otobüs ise zaten gitmiyor! Sonuçta İzmit Sanayi’ye giriyoruz. Meğer arabada büyük bir arıza varmış. Elbette bu büyük arızanın geride bıraktığımız üç saatlik oyalanma ile uzaktan yakından en ufak bir alakası yok. Bir tatil gününe rastlayan bu yolculuğumuzda İzmit Sanayi’de geçireceğimiz esnek saatlerin ise ne olacağı, bizleri nereye vardıracağı meçhul!
Sanayi’de geçen iki saatin sonunda tekrar yola çıkmaya karar verdiğimizde şoförün anonsuyla karşılaşıyoruz. Esasen bu otobüsün bir şoförü olduğunu da bu sayede kafamızda netleştirmiş oluyoruz. Şoförün yola devam edeceğiz müjdesi hepimizce kutsal bir ayinin yaratabileceği bir esriklikle karşılanıyor. Ancak daha sonra ‘ne yazık ki 60 kilometrenin üstüne çıkamayacağımız!’ anonsu, ertesi gün yapacağım konuşmayı bahane ederek saçlarıma çektirdiğim ‘düz fönün’ dalgalı bir kıvama dönüşmesine engel olamıyor. Böyle gidersek 6 saat sonra Eskişehir’e ulaşabileceğiz fikri zihnimi alabora ediyor. Boş Sanayi’de boş gözlerle Eskişehir’e gidecek başka bir otobüs arasam da nafile... Bu otobüsün yolcusu olmuşum bir kere!
Gece yarısı Eskişehir’e indiğimde arkadaşım da New York’a indiğini müjdeliyor bana. ‘İnanmayacaksın ama ben de yeni Eskişehir’e vardım’ diyemiyorum nedense. Kaybettiğim zamanın kursağımda kalan otobüs yolculuğu zevkini yok etmesine mi yanayım, rötarlarla ve geç kalışlarla elimizden uçanın neler olduğuna mı, bilemiyorum. Yoksa bu kayıplara hepimizin nasıl da alıştığına mı; yaşamı bu kayıplarla ölçüp biçmek zorunda kalışımıza mı; neye yansam yetmeyecekmiş, eksik kalacakmış hissi bütün ruhumu kaplamış durumda.
‘Sesin biraz tuhaf geliyor’ diyor arkadaşım telefonun öteki ucundan. O zaman takvim yaprakları gibi hızla ve boşa geçen ömrümüzün bir kuklası gibi hafifçe sallanıyorum gecede. ‘Yok’ diyorum, ‘yok yok, sana öyle geliyor.’
Nuh’un Gemisi’ndeki cep telefonu fantezisi, bugün kaybettiklerimiz, hiç bulamayacaklarımız ve dolayısıyla hep geç kaldıklarımız üzerine işte bu yazıyı yazdırdı bana. Nice donanımlı akademisyen işlerinden olurken, Türkiye’nin televizyonunda nelerle iştigal ettiğimize bir kez daha bakmak istedim. Bu zaman kaybına yanmak, yanmak, yanmak... ‘Vay be adam neler biliyor, işte hoca dediğin böyle olur, Nuh’un cep telefonu varmış!’ diyenleri ise hiç düşünemiyorum bile. Zaman geçiyor. Zaman, boş boş geçiyor sadece. Bizler mi? Büyük bir cehalet tufanında kaybolmak üzereyiz.