Bir uçak kazasında gencecik kadınlar gitti. Ancak işler bununla bitmedi. Ne kazanın özelliği ne de giden canlar. Arkalarından yükselen nefret cümlelerini gördük. Bu, bir nevi, toplumsal enkazımızın da resmiydi. Bir kez daha öğrenilmesi gerekenler vardı orada, o toplumsal çürümede. İşin en acı yanıysa bu kurtlanmış dili hangi musalla taşına koyarsanız koyun, oradan insana özgü hiçbir şey çıkmazdı. Biraz daha açmak gerekirse, insanın özüne dair bir şeyler çıkardı da, insanın vicdanına özgü bir şey çıkmazdı. Özellikle de şu sıralar...
‘Şu sıralar insanın doğruyu düşünmesi mümkün mü?’ diye sorar Stefan Zweig, geçen yüzyıldaki savaşların eşiğindeyken, ‘Düşüncelerin Değer Yitirmesi’ adlı makalesinde. İnsan dediğimiz, yine, sözümüz meclisten içeri, zıvanadan çıkmak üzere olan o canlıdır. Her yerde kan akmakta ve hemen herkesin zihni bulanıktır. ‘Çevresinde olup bitenlerle kafası karışmış insanlar’ der Zweig, ‘neyi nasıl düşünecekler, nasıl doğru karar verecekler?’ Ve sonra bu sorunun cevabını verir: ‘Hayır, şu günlerde aklımız dünyanın dönüm noktasını kesinlikle belirleyen, ileriye dönük tüm hesaplarımızı yapacağımız bir düzlem değil. Bu ancak ve ancak duygularla gerçekleşebilir.’
Bu noktada da şiddeti şiddetle söndürmeye çalışan budala politikalara dikkat çeker. ‘Bir daha kan akmaması için şimdi kan akmalı’ diyen o içler acısı ritüellere atıfta bulunur. İşi daha da ileri götürür: ‘Günümüzde biri diğerine torununun yaşamını kurtarmak için sen ölmelisin derken buna nasıl inanabiliyor?’
Bunun hiçbir zaman bitmeyeceğini öngörürken tarihi anlayabilen bir tavrı vardır. Neden derseniz şiddet hiçbir zaman bu biçimde bitmez, bitemez. Şiddet denilen o arıza, kendine sığınacak bir yer her zaman bulacak ve en olmadık yerlerden yaşama sirayet edecektir. Birbirinden nefret eden insanların yaratılması da bu şiddetin en temel noktalarından biridir. Nefret dili denilen ve yer yer yaşamın azami hızını bile delik deşik eden bu dilin üretilmesi ise olsa olsa ortalığı ‘barış’ adıyla kavuracak savaşın en önemli etabıdır.
1. ve 2. Dünya Savaşı’nda torunları için öldüklerine inananların torunlarının ne ölçüde barışı soluduğunu ise yine tarih anlatmıştır bizlere. Hem de ballandıra ballandıra, dünya üzerindeki ırkçılığın, nefretin ve şiddetin bitip tükenmez ateşiyle anlatmıştır, sayfalar, ciltler boyunca. İşi torunların torunlarının torunlarına bırakma masalı ise, olsa olsa bir insanlık trajedisidir. Nifak tohumları bir kez serpilmeye görsün insanların kalbine, yeryüzünde kendine benzeyenin dışında ne canlı tanır ne de ölü.
Tıpkı son tanık olduğumuz kazanın ardından karşımıza çıkan o vahim cümlelerde olduğu gibi. ‘Her insanın yaşam hakkı vardır ve buna saygı duyulmalıdır’ cümlesinin bu kadar rahat ihlal edildiği, şiddet, kan ve karmaşa dolu bir coğrafyada, aslında çok da şaşırtıcı değildir.
Ancak bir o kadar da şaşırtıcıdır.
Bir o kadar da değildir.
Bir o kadar da... Böyle gidebilir.
Böyle gider de...
Tam bu noktada Evrensel Gazetesi’ndeki yazısında Nuray Sancar’ın tespitlerini okumanızı öneririm. ‘İran’da düşen uçak: Başkasının Acısı, diğerinin öfkesi’ bizlere çok şey anlatır. En çok da bugünümüzü.
Bu yazıyı, yine de umutla, Zweig’ın sözleriyle bitirelim: ‘Dünyanın daha çok politize edilmesine son verilmesini, bireyin yaşamının yeniden değer kazanmasını destekleyenler sonunda ulusların pes etmesini sağlayabilir!’
Hangi uluslar mı? İnsanların içindeki düşmanı alenen ve fütursuzca alevlemeyi bir iş sayan uluslar elbette. Ve hiç kuşku yok, o ulusların politikacı olduklarını savlayan yaşam mağlubu aktörleri.