‘Kınalı kuzum çok iyi dostumdu. 4 çocuğum var. 5. evladım kınalı kuzumdu. 5 yıldan beri hep yollarda beraberdik.’
Kınalı kuzusunu, darbe girişiminin önlenmesi nedeniyle kesen kişinin ‘eskiyemeyen’ sözleri.
Kurban Bayramı çat kapıdayken insana bir kez daha, ‘insan sevdiğine bunu yaparsa sevmediğine kim bilir neler yapar’ sorusunu sorduran zat. ‘Hayvanların hakları yok mudur?’ sorusunun boğazımızda takılıp kalmasına yol açan Adem. Sevginin, kafamızdaki haliyle, yaşanmakta olanlar arasında sürekli sorgulanmasına yol açanlardan sadece biri. Sevdiği için sevdiğini öldüren insanların ülkesinde nefretin neler yaptırabileceğine dair çıkılan yolculukların adressiz evi. O adressiz evin, bugün en birinci pusula, en kaliteli navigasyon cihazı diye satılıyor, kullanılıyor olması. Buna rağmen hemen her sokak, kavşak ve dönemeçte, hep birlikte kayboluyor oluşumuz. Sonra ‘neden acaba?’ diye soruşumuz birbirimize. Sonracığıma yoldaşlığın ne olduğunu yeniden düşünmemiz ve düştüğümüz trajedilerin ortasında zaman zaman fotoğraf makinesi, zaman zaman telefon, zaman zaman da her şey olarak kullandığımız cep telefonlarımızla (hunilerimiz demeye dilim varmıyor yine) birbirimizi selamlamamız.
***
Onun üniversiteyi kazandığını bir SMS mesajından öğreniyorum. Buluşuyoruz. Kısa bir süre sonra üniversiteye gidecek. Türkiye’nin en önde gelen üniversitelerinden birine burslu devam edecek.
İyi bir bölüm ve iyi bir geleceğin onu beklediğine inanarak bir rektörün bir okula nasıl atanabileceğini soruyorum ona. Özel bir nedeni yok, pat diye.
Oysa o, bu soruyu sormamın özel bir nedeni olduğunu düşünüyor. Genç bir insan olarak etrafını çevirmiş olan tuhaflıkları hiç ama hiç anlamadığını, hele hele bir rektörün seçimle değil atamayla bir üniversitenin başına gelmesini çok tehlikeli ve adaletsiz bulduğunu ifade ediyor. Akademisyenler için çoğulcu, özgür bir ülkenin olmamasının onun öğrenciliğine ve elbette gençliğine nasıl bir etki sağlayabileceğini, belki de tam bu yüzden, söylemek ona düşüyor.
‘Bugün sokakta gördüğüm orta yaşlı, mutsuz ve çaresiz insanlardan olmak istemiyorum’ diyor. Mutlu görünen ve çare bolluğu içerisinde olan insanlardan da olamayacağını ifade ediyor. Ona göre mutluluk, bir süreç. İyi bir eğitim, iyi hedefler ve o hedeflere kilitlenmek. Ve elbette buna kilitlenirken ayağına hemen hiçbir şeyin dolanmaması. ‘Sahip olan değil seven o insanlardan olmak istiyorum’ diyor. ‘Doğayı, insanları, hayvanları seven o insanlardan olmak. Hem sevdiğin zaman sahip olmayı düşünmezsin bile. Tıpkı geleceği düşünmediğin gibi. Önemli olan şimdidir.’
***
Kalp krizi geçirdikten sonra düştüğü Alzheimer hastalığının yakıcı girdabında yatalak olmaya mahkum ve daha da hazini zamansızlığa savrulmuş yaşlı bir adam var karşımda. Onunla dostluğumuz iki izcinin yıllara meydan okuyan dostluğu gibi. Uzun yıllar önce bahçesinde bana verdiği fermanlarla doğayı keşfe çıktığım ve asla yaşlanmayacağını düşündüğüm bu inatçı adam, aylardır bilime meydan okuyarak tuhaf bir yaşam mücadelesi veriyor. Sürekli olarak mırıldandığı cümle ise bir pencere önüne gitmek, pencereden dışarıyı, aydınlığı, yaşamı seyretmek. ‘Neden?’ diye sorduğumda ise, yine aynı şeyleri söylüyor: ‘Pencereden, dışarıyı seyretmek istiyorum.’
Kısaca şu aralar, hemen hepimizin ihtiyacı olanı söylüyor sanki bu izci dostum.
***
Bugünkü yazımın başlığı, Kanadalı yazar Alice Munro’nun bir öyküsünün adı. Bazen öyküler, sırf adları için bile sevilebilir. Gerçi öykü de güzel.