Yok. Çok genç dostlarıma bir gece önce televizyonda rastladığım açık oturumdan bahsetmedim.
Kısaca konumuz, ne yazık ki, küreselleşme vb. değildi. Ancak aklım oradaydı... Televizyondu bu. Bir sürü insan onu seyreder, fikri olmasa da varmış gibi yapardı. Lakin... İşin aslı oturumdaki insanların ardı ardına sıraladığı cümlelere bakıldığında ciddi bir şeyleri tartıştıkları belliydi. Ancak ufak bir sorun vardı. Torbalar dolusu lafa rağmen bu açık oturum konuşmacılarının ‘anlam’ adına söyledikleri tek bir cümle bile mevcut değildi. Bunun bir önemi var mıydı peki? Elbette yoktu. Önemli olan, anlam değil, anlamsızlığın etrafında dönerken zamanı boş bir çuval gibi talan etme fikriydi ve durumun bunu sürekli kanıtladığı da ortadaydı. Biz izleyenlerin cephesinde ise durum daha farklıydı. Temanın küreselleşme değil zamanlarımızı talan etmek olduğunu anlayıncaya kadar tonla dakika akıp gitmişti. Konuşmacıların istiflerini bozmadan ısrarla takip ettikleri bu halin, içine düştüğümüz yeni ülke hali olması ise bir tesadüf olamazdı.
Ancak dediğim gibi ben bu durumu hiç konuşmadım genç dostlarımla. Çıtım çıkmadı. Konuşsaydım üç cümleden öteye geçemezdim sanırım. Oysa ekranda saatler saatleri kovalıyor, konuşmacılar konuştukça ortalıkta bir elektriklenme oluyordu. Bu elektriklenmenin nedeni ise konunun kendisi değil, konusuzluğun kendisiydi. Esasen konu falan yoktu ama herkes bir konu varmış ve durum da pek ciddiymiş gibi konuşmasına devam ediyordu. Küreselleşme, hımmm, falan. Çok zor.
Durumumuz gerçekten zordu. Bunun nedeni ise küreselleşmekten çok malum durumdu. O sırada diğer kanallarda da benzer açık oturumlar benzer bir tavırla devam ediyordu. Hımmm. Çok zor. Feci, vb. Ama ülkemiz. Ama bizzz.
Ancak dediğim gibi ben bu durumdan hiç ama hiç bahsetmedim genç dostlarıma. Ne diyecektim ki? Desem desem yahu gençler sakın böyle olmayın derdim. Onlar da bu uyarıyı cazip bir davet olarak kabul eder ve hiç akıllarında yokken boş sözlerin boş insanları olmayı bir meziyet sayardı. Tıpkı şu an rastladığımız örneklerde olduğu gibi, 5 ila 10 yıl içerisinde birbirini tekrarlayıp duran strateji uzmanlarına, gazeteci olduğunu ve olaylara acayip hakim olduğunu savlayan zatlara, akademisyenlere, avukatlara, galeyana gelenlere ve bir şeylere daha rast gelebilirdik. Onlar da tıpkı şimdi olduğu gibi ağır konu başlıkları etrafında dönüp durur ve sarf ettikleri derin cümlelerle ‘feci, çok zor, of çok kötü vb’ diyerek aslında hiçbir şey söylememenin ağırlığını yaşar ve bu hissiyatı derin derin soluyarak karşı tarafa yaşatırlardı. Ah zavallı bizler! O zaman da, ekran karşısında felce uğrayan zihinlerimize ‘şimdi ne oldu?’ diye sorar ve cevap diye hiçbir şey bulamazdık. Ancak bunun da hiçbir önemi yoktu. Şöyle bir reklam arası verilebilirdi burada: Çalsın sazlar oynasın kızlar... Ve mümkünse erkeklerden ayrı olarak.
İşte bu yüzden hiçbir şey söylemedim genç arkadaşlarıma. Bahsetseydim, anlatacaklarımı anlatamazdım.
Bahsetseydim, kaybolup giderdim.
Bunun yerine onlarla, biraz kendimi öne çıkararak ‘Üç Valiz İki Sandığı’ konuştum. Sandığın valizlere ‘bir gün hepimiz eskiyeceğiz ve yerimizi yenilere bırakacağız’ sözünü tekrarlarken ne demek istediğinden bahsettim. Yeniler derken tekrar, vasat ve ezber olmayanlardan... Yeniler derken umuttan. Mağduriyet düşkünlerinden, düşkünlerin esaretinden, esaretin küfründen değil, umuda umut olduğu için şapka çıkaranlardan. Başka başka konulardan. Başka canlılardan, eşyalardan, insanlardan, yaşamlardan. Onların da var olduğundan.
Tahta bir sandık başka ne yapabilirdi... Evrim geçirene kadar biraz daha böyle idare edecektim işte.
(Üç Valiz İki Sandık Feyza Hepçilingirler’in ilkokul 2 ve 3. Sınıflar için yazdığı bir öykü)