Babamın Sesi

Haberin Devamı

Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın yönettikleri Babamın Sesi adlı film Kürt ve Alevi kökenli bir ailenin öyküsünü anlatıyor. Bunu anlatırken Kahramanmaraş olaylarının yarattığı derin yara öyküdeki hemen her karedeki varlığı ile sizi koltuğa mıhlamaya yetiyor da artıyor. Buna karşın Babamın Sesi, bu çatlağı yüksek sesle tartışan bir film değil. Çarpıcılığı da burada zaten. Üstelik temposundaki ağırlık, mekanın zamanla girdiği yalınlığa da çok yakışıyor. Zamanın ‘durduğu’ izlenimine kapıldığınız filmde aslında anlatılan otuz yıllık bir hikaye. Otuz yılın içerisine sığan sesler ve bu seslere saklanan sözcüklerle birlikte büyüyen çocuklar ve yaşlanan bir anne var. Her cümle, cümlelerin içinde yatan kırılmışlıkların su yüzüne çıkması, çıkarken umudun sessizliğe bölünmesi, sesin sakladığı her anıyla birlikte bilinmeze dönüşmesi de demek. Cümlelerdeki her sözcük sandıklara saklananlar, gazete manşetlerine sinenler, geçmişin kendi içinde kırılıvermesi anlamına geliyor. İşte böylesi ‘zor’ bir yolculuk esnasında -cümlelerden sözcüklere, sözcüklerden hecelere dönüşen böylesi zor bu yolculuk esnasında- büyüyor iki oğlan; sonsuz bekleyişe sığınmış olan kadına düşense ‘siyahlanarak’ yaşlanmak oluyor.

Babayı ise birkaç fotoğraf dışında hiç göremiyoruz. O sadece sesiyle eşlik ediyor bu öyküye. Bu ses ve sesin sürekli olarak tekrarladığı ‘Çocuklar Türkçe öğrensin’ vurgusu öykünün temel izleklerinden de biri aslında. Otuz yılın ardından anne ve oğlu Mehmet, birbirleriyle anadilleriyle yani Kürtçe konuşurken o sırada televizyondan akan başka bir ses dikkatinizi çekiveriyor. Başbakanın Almanya’da yaşayan Türkler için Almanya Başbakanı Angela Merkel’le yaptığı bir konuşma bu. Başbakan diyor ki (hepimiz hatırlarız o konuşmayı): ‘Anadil bir insanlık hakkıdır. İnsan ilk önce anadilini öğrenmeli!’ Üstelik bunu derken ‘seçmeli Türkçe’ dersinin ötesinde bir gerçeğin altını çizdiğini de elbette biliyoruz.

Bilmek.

Sanırım bunu hem yaşlı anne hem de Mehmet biliyor. Özellikle yaşlı anne Base.

Bilmek! Belki de bu yüzden bu ‘tek yanlı’ sözler kadının yaşanmışlıklardan ötürü çizilmiş derin kırışıklıklarında herhangi bir değişime yol açmıyor. Zaten film ağırlıklı olarak bir değişimin değil bir oluşun hikayesi. Bu topraklarda hem Kürt hem de Alevi olarak doğan insanların Türk ve Sünni olarak doğanlara göre baştan yitirdiği irtifanın yalınkat hikayesi... Base’nin o günlerden anlattığı anekdotların bugün hâlâ devam edebiliyor olmasına ise ne diyebileceğimizi bilemiyorum. Bu topraklarda nice insanlık ayıbının yaşanmış olması, bu ve benzeri nice insanlık ayıbının bir daha yaşanmayacağı anlamına gelemiyor ne yazık ki! Hani ne bileyim, en azından umuyorsunuz ki Kahramanmaraş utancını yaşamış bir coğrafyada bir şeyler ‘terbiye’ olmuştur, değişecektir, doğal akış devreye girecek, insanların yaşamlarındaki zulüm ve bu zulmün yarattığı savrulmalar azalacak, hatta bitecektir.

Bitmedi, bitmiyor.

Ancak hemen belirtmeliyim ki sadece bu çerçevede seyredilecek bir film değil Babamın Sesi. Sanatın, yaşananı sunuş biçimindeki rolünü tekrar tekrar düşünebileceğimiz, mağdur dilinin, her zaman rastlayamadığımız bir biçimde evrensellikle nasıl buluşabileceğinin de canlı bir kanıtı.

Emeği geçen herkese içten teşekkürler.

İstanbul Film Festivali’nde En İyi Senaryo, Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerine değer görülen bu filmi kaçırmayın.

DİĞER YENİ YAZILAR