‘Ahlat ahların ağacıydı,Yaşlanmaya başlayanların,İtiraf edilememiş aşkların,Evde kalmış kızların.Ahlat ahların ağacıydı,Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,Öyleydi işte.’Bu satırların yer aldığı ‘Ah’lar ağacı, şairinin anlattığı kadarıyla Ahlat ağacının ta kendisi olsa da 2002 yılında Everest Yayınevi’nden çıkan bir şiir kitabının adıydı aslında. Az buz değil, şairi sesinin tonunu emanet etmişti o ağaca. Şairi ise Didem Madak’tı o ahların. ‘Bir zamanlar kendimiBulunmaz Hint kumaşı sanmıştımKaç metredir benim yokluğum?Benden daha çok var sanmıştım.Benim yokluğumdan dünyayaBir elbise çıkar sanmıştım.Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan Sonunda ben de alıştım.Ah dedim sonraAh!’Bu hafta yitirdiğimiz Madak’ın ikinci kitabıydı bu ah’a saklı olan. Bu yitirişin ardından ölüme inat dirilen satırlar eşliğinde kitabın özgeçmiş bölümünde yazılanlara takılıp kalıyordu yüreğiniz: ‘Ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi sevdiğinden hiçbir zaman yeterince düzgün insan olamadı.’ Düzgün insan mı diye tekrarlıyordunuz onu. Aklınıza kurallarla çevrili yaşamlar düşüveriyordu o zaman. Yüksek sesler, buyurgan bir şeyler, sanki sonu hiç gelmeyecekmiş gibi dünyayı dolaşan hırslar. Ama o çok daha serinkanlıydı satırlarıyla, satırlarına ruh bulduran sözcükleriyle. Ne de olsa gerçek şairdi, ‘vasiyetimdir: bin ahımın hakkı toprağa kalsın’ diyen bir şair, yaşamı anlayan nadir şahıslardan. Meczuplardan hemen önce, azizlerden biraz sonra bir yerlerde duran, bakan, gören, çığlıklarıyla susan.‘Bıçağın ucundaydı insanların hafızasıİnsan unutandırVe insan unutulmaya mahkûm olandır.Tanrı şöyle derdi o zaman:Ah!’Unutmayandı şair. Belki de bu yüzden ‘düzgün bir insan’ olamamıştı! Yine de hepimiz gibi, hepimizinkine yakın bir kaderin, yazgının içinden seyretmişti dünyayı. Ne de olsa ‘yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi tırnaklarıyla düzeltemiyordu insan’ ve o zaman hepimiz gibi soruyordu yaşama:‘Kara yazgımı şimdi kim bilirHangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?Ah... dedim sonraAh!’Bir başka vasiyetini ‘dalgınlığınıza gelmek istiyorum ve kaybolmak o dalgınlıkta’ diye anlatan Didem Madak’ı çok erken kaybettik. Bütün ahlar gibi bir ah çektik sonra. İçinde biraz pişmanlık, biraz öfke, çokça özlem barındıran.‘Bir zamanlar meydan okumak isterdim.Kaç meydanını okudum da bu hayatın.Yalnızca iki harf öğrendim:AH!’Ah Didem Ah. Erken giden kadın yine gel!‘Güçlü bir el silkeledi beni sonraSanırım tanrının eliydi,Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,Çok şey görmüşüm gibi,Ve çok şey geçmiş gibi başımdanAh dedim sonra,Ah!...Gel!Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.’Rüyalardaki ahlat ağacını seyrederken, Didem’i ve sözcüklerini düşünürken böyle bir yazı çıktı. Bir müddet ona ve ahlarına baktığımda defterden hoyratça koparılmış bir kağıt gibi hissedeceğim kendimi.
Dün sıcaktı. Gencecik kadınların ölüm karşısındaki çaresizliği kadar sıcak. Elimde Ayşe Paşalı’nın fotoğrafının yer aldığı pankartla yürüdüm. Terledikçe onun yüzüne baktım. O yüzdeki derin kayboluşu gördükten sonra sıcaktan şikayet ettiğim için utandım. O yüzdeki derin yalnızlıktan, o fotoğrafın çekildiği anda yaşananlardan, o fotoğrafa sinen, hatta o fotoğrafın adı olan gözler altındaki morluk ve şişliklerden. O ve onunla aynı kaderi paylaşan kadınların ellerinin içinden kayıp giden yaşamların özetiydi o morluk ve şişlikler.Ne yazık ki özet hep aynı sonla bitiyordu. Ölüm.Birçok tanıdık yüz vardı yürüyenler arasında. Kadınlar koşup gelmişti. Çok fazla değildik belki. Ama bunun bir yerden sonra pek bir önemi yoktu. Hava sıcaktı, yazın ortasıydı. Sonuç olarak hep birlikte o cehennem sıcağında terledik ve hep birlikte bağırdık: ‘İnadına isyan inadına isyan!’ Bu sesi duyan kimi erkekler de katıldı korteje. Balkonlardan, dükkânlardan alkış tutanlar, el sallayanlar da vardı.Bu isyan kadın cinayetlerineydi, bu isyan kadınların yaşamlarını gasp eden erkeklerin yarattığı cehennemeydi, bu isyan bu cehennemin devlet eliyle meşru kılınmasınaydı.Yürüyüş boyunca Vatan Gazetesi’ne sekiz yıl emek vermiş fotoğrafçı Gamze Kutluk’la birlikteydik. Vatan okurları onun güzel fotoğraflarını hatırlayacaklardır. Üniversite yıllarından beri tanırız birbirimizi. Gamze’nin dedikleri önemliydi: ‘Müge ya, bir terslik var. Biz bunları çoktan aşmıştık. Ne oldu, arada neyi atladık ki hâlâ bu cinayetler sürüyor ve biz bunları hâlâ protesto etmeye geliyoruz?’Gerçekten 80’li yıllarda yakalanan o müthiş ivmeye ne olmuştu ki bugün tekrar kadın dayaklarına, daha da önemlisi kadın cinayetlerine tam gaz geri dönmüştük?Daha vahimi orada kulak misafiri olduğumuz sohbetlerdi. Birtakım kadın örgütleri yaptıkları bölgesel taramalarda kadınları bu yürüyüşe davet etmişlerdi. Kadınlar bu davete gelmeyi reddetmiş ve ‘kimbilir ne yaptılar ki dayağı hak etti bu kadınlar!’ gibisinden yorumlarda bulunmuşlardı.Bir başka kadın Tünel’e gelirken bindiği bir taksicinin kendisine ‘Abla abartıyorsunuz kadın cinayetleri İstanbul’da olmuyor ki!’ dediğini söylüyor, bizlerden ‘Münevver Karabulut nerede katledildi öyleyse!’ tepkisine çaresizce başını sallıyordu. İçimizden biri ‘kimbilir’ diyordu ‘biz burada yürürken belki başka bir kadın katlediliyordur, Türkiye’ye neler oluyor!’Haksız sayılmazdı. Gerçekten biz yürürken iki kadının daha katledildiği haberi düşüverecekti ekranlara. Biz bunu bir-iki saat sonra öğrenecek ve bu yazıyı umutla kaleme almak yerine kahır yüklü bir tavırla kelimelere yaslanacaktık.Yine de bu yürüyüşü gerçekleştiren Kadın Namus Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na içtenlikle teşekkür etmek boynumuzun borcu. Bu konu ne kadar gündemde tutulursa o kadar ses getirecektir. Kıskançlıktan öldürülen kadınların dramı. ‘Tuzluğu geç uzattı, yemeği geç getirdi, kapıyı zamanında açmadı’ diye öldürülen kadınların dramı.Bu arada bir teşekkürüm de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’e. Geçtiğimiz Cuma günü kendisiyle görüştüm. Önlerindeki yolun ne kadar çetrefil bir yol olduğunu ve desteğe ihtiyaçları olduklarını belirtti. Ne yazık ki Meclis tatili bu acil konuda alınması gereken kararları yine geciktirecek! Sayın Bakan, sizin de çok iyi tahlil edeceğiniz gibi ülkemizdeki kadın sorununu, kadın cinayetlerini çözebilmemiz için ilk etapta kadına ve onun mağduriyetine gitmemiz gerekiyor. Ve bu cinayetlerde ailelerin kadınların başına ördüğü çorabı ifşa etmek esas. Lütfen namus cinayetlerine karşı alınacak ivedi kararlar için Meclis’i olağanüstü toplantıya çağırın.***Amy de gitti. Bu hafta onu dinleyeceğim. İçimde birikmiş bir sürü kadının sıcak hüznüyle.
Bu Pazar, yani yarın, tencerenin altını biraz daha açalım, açalım ki yemek çabuk pişsin hanımlar. İstanbul’daysak bir koşu Tünel’e gidelim. Boğaz, havuz, su kenarındakiler, ağaç altındakiler: Biliyorum hava pek sıcak, kavruluyoruz ama biz yine de bu Pazar sere serpeliğimize, bilumum su ve gölge sefamıza, verebilirsek bir parça ara verelim, gazetelerin hafta sonu eklerini daha hızlı gözden geçirelim. 40 yaşından sonra benim de kafama dank eden ‘Hayat ilk önce kendini keşfetmek, işte o zaman ben hayata hayat derim’ cümlesini hakkıyla soluduktan sonra geniş geniş gerinmeyelim yarın sabah. Güneşi selamlayalım selamlamasına ama fazla oyalanmadan toparlanalım. Geç sabah kahvaltılarının sonsuz keyfini erken terk edelim. Gün torbaya sığmaz a, gevrek dedikoduları, onlarla birlikte patlatacağımız çaylı kahveli tereddütsüz kahkahaları akşamüstüne bırakıverelim.Bu Pazar anlamlı bir yürüyüş var Tünel’de. Tünel’den Taksim’e. Amaç kadın cinayetlerinin protesto edilmesi. Kadınlar, milletvekilinden, hukukçusuna, yazarından sanatçısına orada olacak. Bu işin çözülmesine gönül, emek, zaman vermiş bir platformun, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun düzenlediği bir yürüyüşte buluşacaklar. Türkiye’deki hemcinslerinin yaşadığı bir dramın, Türkiye’yi gerçekten kasıp kavuran bir gerçeğin altını çizmek için yan yana geliyor kadınlar.Gidelim. Telefon konuşmalarımızı azıcık kısa keselim bu pazar. Çamaşır makinesini kısa programa çevirelim. Sofrayı ekmek kırıntılarıyla bırakıverelim. Küçük kızı babasına emanet edelim. Büyük olanı, oğlan, zaten ne zamandır kendi aleminde, ona diyelim ki ‘başınızın çaresine bakın, ben yürüyüşe gidiyorum valla.’‘Aman anne iş çıkarma başımıza!’ derse de aldırmayalım, biz yine gidelim.Kadın örgütleri, demokratik kitle örgütleri, sendikaların kadın kolları, belediyenin kadın odaları ve kadın kuruluşlarının yer aldığı bu yürüyüşte yerimizi alalım.Gidelim. Bu kadınların davası, bu Türkiye’nin davası. Öldürülen kadınları Türkiye’nin, hepimizin kaderi, şimdisi, geleceği.Gidelim ve bir pankart da biz taşıyalım. Yaşanan adaletsizliğe tavır almak için gidelim. Bu cinayetlerin sadece bir kadınlık sorunu olmadığını, bir insanlık suçu olduğunu da bilerek. Ama yine de unutmadan: Bu kadınlar kadın oldukları, arkalarında hukuki destek bulamadıkları için öldürüldüler.İlgilenenler için özet olarak yineleyelim: 24 Temmuz Pazar günü saat 13.30’da İstiklal Caddesi Tünel’de buluşulacak ve Taksim’e kadar yürünecek. Cadde boyunca oturma eylemleri yapılacak ve ülkemizdeki kadın cinayetleri protesto edilecek.Sorularsa belli: Devlet kadınları neden korumuyor? Bakanlığın koruduğu aile, içinde öldürüldüğümüz aile mi?İletişim için:Berna Görgülü: 0554 600 29 83Seval Kutlu: 0507 946 82 71www.kadincinayetlerinidurduracagiz.netGidelim. Bu cinayetlerin Batısı Doğusu, sınıfı, statüsü yok. Gidelim ve sütler kaymak tutar tutmaz orada olalım.
Yeni bir uygulama başlatılıyor.Kadına uygulanan şiddete karşı alınacak bir önlem bu.Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin kadına yönelik şiddet konusunda radikal kararlar alacaklarını söylüyor. Elektronik kelepçe de bunların başında geliyor.Eşine şiddet uygulayan ve evden uzaklaştırma cezası alan erkekler elektronik kelepçeyle izlenecek. Bu halde eşine yaklaşmaya çalışan ‘koca’ (ya da sevgili) takip edilecek ve hapisle cezalandırılacak.Dahası var. Şiddete maruz kalan kadınlar bundan sonra belge gerekmeksizin koruma altına alınacak, savcılıklarda şiddetten koruma bürosu oluşturulacak ve şiddet uygulama ihtimali olan erkekler devlete havale edilecek!Bu adımlar, Ayşe Paşalı ve yüzlerce kadının hazin anısına ne ölçüde su serpecek, bunu zaman gösterecek. Çünkü şiddetin ne olduğu konusunda kafalarımız karışık. Kaldı ki şiddetin köküne inemezseniz, sadece caydırıcılıkla günü kurtaran önlemler alırsınız. Ki bunlar uzun vadede yine aynı sonuçlara gebe bırakır toplumu.Yalın, basit ama hep atlanılan ya da yeterince hayata sokulamayan şu aşamalara tekrar bakalım: Kadınlara işgücü sağlanması, eğitim konusunda öncelik verilmesi, cinsellik, hatta doğum kontrolü konusunda bilgilendirilmeleri, kısaca kendi bedenlerine ilk elden sahip çıkabilme özgürlüğünün bir hak olduğu gerçeğinin kendilerine sunulması. Bunlar, söz konusu şiddeti hafifletecek temel noktalar olabilir.Kaldı ki şiddet sadece tekme tokatla sınırlandırılabilecek bir eylem değildir. Şiddetin sözle, imayla, tavırlarla farklı şekillerde karşımıza çıkmasına ne denilebilir? Kocasının metresine sırf ekonomik sıkıntılar yüzünden göz yuman bir kadın şiddete maruz değil midir? Bizzat kendi kendine uyguladığı şiddete? Ya da çocuklarının eğitim hayatını düşündüğü için kocasının yaptıklarına göz yuman bir kadın az mı şiddete maruz kalmaktadır yaşam nezdinde?‘Olmadık yerlerde olmadık şekillerde kocam bana bağırıyor, beni kıskanıyor, bana küfür ediyor, beni yok sayıyor, öyle rencide oluyorum ki...’ diyen kadın sayısı ülkemizde az değil. Hiç ama hiç az değil. Bu bir şiddettir. Yok sayılmak, umursanmamak, azarlanmak bir şiddettir. Kadınlar bu konuda ne yapacaklar? Onlara şöyle demeye devam mı edeceğiz: ‘Alttan al, suyuna git, yuvayı dişi kuş yapar.’Ben nedense böyle durumlarda Melih Cevdet’in ‘Kediler’ şiirini hatırlarım. O şiirdeki şu mısraları: ‘Uyanır kadınlar geceleyin/Yüzük takarlar karanlıkta.’ Bir söz daha verdikleri için kendilerine, yaşama, geleceğe. Nereye kadar peki?‘Önce ölümleri durduralım.’ Kesinlikle katılıyorum. Ama bazen ölüm kadar beter olan, insanın ruhunu kıymıklarla dolduran hakaretler, tavırlar vardır. Bu ince kıymıkları yerinden kıpırdatabilmek için o ince kıymıkların ruhta ve bedendeki zayıf noktalarını bulmak da önemlidir. Derler ya diken girdiği yerden çıkar. O hesap. Bunun için de kadınlara kendileri olabilme özgürlüğü verilebilmelidir. Kendileri olarak ayakları üzerinde durabilme özgürlüğü ve özgüveni. Elbette erkeklere de. Belki daha çok onlara. Ki sıkıştıkları yerde maçoluğun engin kıyılarına sığınmasınlar, kaçmasınlar, savrulmasınlar.Kadın ve erkeklerin yan yana, özgür insanlar olarak yaşayabildikleri bir Türkiye. Dileğimiz budur. Ama ilk önce şiddetten ne anladığımızı masaya yatırmalıyız. Kuvvet de bir şiddettir, güç de. Bazen koruma da bir şiddettir, şiddeti engellemek adına alınan önlemler de. Şiddetin kökenine inmezseniz bir de bakmışsınız ki yeni şiddetler, yeni kelepçeler, yeni zindanlar üretmeye başlamışsınız. Aman dikkat!
Minder atılacak yer değildir sahne. Bir iktidar alanı değildir ki protesto edilsin. Diyelim ki ayrı tellerden çalıyoruz ve öfkeliyiz. Sahnedekini öfkemizin hedefi olarak belirliyoruz ve tutup atıveriyoruz minderi sahneye! Yanlış eylem. Minder sahneye atıldı mı o minderle birlikte yanlış yerlere gider o öfke. Çaresizliğimize ve yalnızlığımıza gider; sahnedekine değil! Çünkü sahnedeki cepheyi, silahı, kavgayı değil farklı bir açıdan yaşamı ve insanı anlatır bize.Sanatı kullanmış olan iktidar aygıtları vardır elbette. Ama ne zaman ki bir iktidar, sanatı kendi sivri akıllı taktikleri için kullanmıştır, dönemsel de olsa sanatın ipini çekmeyi başarmıştır. Bunun için Stalin dönemine de bakabiliriz, Hitler dönemine de. Ya da bütün totaliter rejimlere... Ama sanat öyle bir dildir, öyle arınmış bir dildir ki, üzerine abanmaya çalışan her türlü iktidarı ve öfkeyi zaman içinde silkelemeyi başarır ve yalınkat devam eder yoluna. Öyle ya da böyle mindere minderliğinin yavanlığını hatırlatır yeniden, iktidaraysa iktidarlığının hallerini!Şimdi Türkiye’nin büyük kaybının yaşandığı ve her anlamda kaybettiğimiz bir olayla eşzamanlı gerçekleşen başka bir kayba bakalım istiyorum. Sahnede, Suyun Kadınları’ndan, ‘bizlerden biri’ olarak Kürtçe şarkı söylerken Aynur Doğan’a yapılanlara dönmek. Sahnede gösteri devam ederken seyirciler arasında yaşanan yumruklaşmalara, protesto niteliğinde söylenen İstiklâl Marşı’na ve bu tavırların aslında neler neler anlattığına bakmak.Gösterinin adı: Suyun Kadınları... Adından belli: Hiçbir coğrafyaya, hiçbir dilin zapturaptına oturtulamaz bir başlıkla sahne alan bir gösteri var ortada. Çok dillilik, çok ruhluluk esas. Tamam, ortada ülke olarak yaşadığımız büyük bir çaresizlik de var. Ancak bu çaresizliğin hedefi ‘Suyun Kadınları’, bu kadınların şarkılarında anlattıkları, bu anlattıklarını ifade ederkenki dilleri olmaya başladığı zaman tehlike çanları esas o zaman çalmaya başlamış demektir!Türkçe söyle!Şehitlerimize saygı göster Türkçe söyle!Bilmez miyiz ki birçok şehit evinden yükselen ağıt Kürtçedir oysa... Bu da bize ne hazin bir keşmekeşin içinde olduğumuzu göstermeye yeter de artar bile.Kaldı ki Aynur Doğan, Türkçe söylemeye başladığında gidenler geri gelecek midir, dil Türkçeye döndüğünde neyi ‘daha iyi anlar’ olacağız? Yoksa o gencecik çocukların acısına daha ‘harbiden’ sahip mi çıkmış olacağız böylelikle? Gençlere sahip çıkmanın yolu yaşanmakta olan çaresizliklere yeni üniformalar giydirerek çözüm bulmak mıdır? Tek dil, tek ses, tek renk, tek söz... Oysa bu gencecik çocukları tam da bu uğurda yitirmedik mi? 27 yıldır...Üstelik bu köşede yinelemekten hiç de çekinmeden bir kez daha söyleyecek olursam 27 yıldır her iki taraftan da gencecik insanlar, bu ülkenin gencecik insanları yok olup gitmedi mi? Tam da kardeş şarkılarını duyamadıkları, duymaları engellendiği, dünyada tek bir renkle yaşanamayacağını anlamaları geciktiği, geciktirildiği, ertelendiği, durdurulduğu için. Müziğin, resmin, edebiyatın, sinemanın aslında kendine özgü tek bir dili olduğunu, o dilin de çoğulluktan beslenen bir dil ve hepimizin dili olduğunu sezmelerine, kavramalarına, anlamalarına (birinci çoğul şahıstan söyleyelim: sezmemize, kavramamıza, anlamamıza) fırsat verilmediği için.At minder gitsin. Yuhala olsun bitsin. Küfür et, iş tamam. Söv, yumruk at, yok say. Öfkeyle yat öfkeyle kalk.Bitmiyor, bitmiyor işte. Çünkü çözüm orada değil. Çünkü öfke eyleme iter itmesine ama her zaman yanlış eyleme!Sahi acıyla olgunlaşmak neden bu kadar zordur kimilerimiz için? Belki bunun için de sanata ihtiyacımız vardır! Çünkü sanat bunu da anlatır bize. Suyun Kadınları’nın anlattığı gibi.
Başbakan Erdoğan’ın Kürt açılımı çerçevesinde yaptığı toplantılarda hepimiz umutlanmıştık. “Söz var dağa çıkarır, söz var dağdan indirir” deyimi hayata geçebilecekti. Kendi adıma söyleyeyim hadi: İlk defa bu işin sonlanacağına inanmış, eğer bu işi gerçekleştirirse, AKP hükümetinin yaptığı bütün demokratik falsoları bir yere kadar anlayabileceğimi düşünmüştüm. Sonuçta gençlerin ölmesine yol açan bir hezeyanı ortadan kaldıracak, toplumun en büyük yarasına merhem olacaktınız.O toplantılarda verilen bütün mesajlar bu yöndeydi.Arada ne oldu, ne türden hesaplar yapıldı, hangi çözümler sallantıda kaldı, hangi açmazlar sarpa sardı ki o ‘savaş’ yeniden alevlendi? Bu kez yine bir deyimi hatırladık: “Söz verme, verdinse dönme!” Sonuç ortada: Siyasilerin ve askeri güçlerin toplumun beklentileri doğrultusunda gerçekleştirdiklerini söyledikleri harekâtlar yine bir ölüm makinesine dönüştü.Yine gençler ölüyor!Dağda, bayırda, kırsalda, pusuda, orada, burada yine gençler ölüyor. Bir masaya oturamamanın, o masada insanca konuşulacak üslubu bulamamanın, o üslup bulunsa bile geçmiş takıntılarından ötürü bir türlü işin özüne gelememenin bedelini yine gençler ödüyor bu ülkede.Aynı yalanlara dolanmış, farklı sloganlarla çevrili bir gelecek için yine gencecik çocuklar... Daha doğru dürüst aşkı tadamamış, sevdiğinin yanağına kaçamak bir öpücük bırakmamış gençler...Kimin umurunda!Savaş devam etmeli.Sırf savaş devam etsin diye içi kof, bayat özgürlük naraları atılmalı. Ekonominin her şeyi belirlediği bir dünyada ‘savaşla gelen özgürlük’ ya da ‘korunması gereken toprakla akıtılması gereken kan’ arasındaki hayali bağ gençlerin beyinlerini yıkarcasına habire, habire anlatılmalı. Bu işe tezgâh kurmuş kurumların varlığı ortadayken, savaşla beslenen mekanizmanın çarkı silah sesiyle dönerken şöyle demeli onlara: “Savaşmalısınız. Geleceğimiz sizin ellerinizde!”Hangi gelecek bu Allah aşkına!Yalın gerçeğin sürekli elimizden kayıp gittiği, boyut değiştirdiği, göz boyama pratiklerinin her yanımıza sızdığı, sivri akıllı taktiklerle dolu sermaye endeksli bir çağda, hangi gelecek bu? Hele 21. yüzyılda! Bütün savaş taktiklerinin bir ‘playsteyşınlık’ oyun ömürünün olduğu çağımızda, hangi gelecek?Bu anlamda birçok şeye göz yumulabilir yine de, idare edilebilir, hikayesi yazılabilir tüm bunların, her şey farklı fasıllarda kılıfına göre yeniden kurgulanabilir. Ama ölüm, oysa ölüm! Hele ki hedefe kilitlenmiş genç ölümleri...Bırakın bu uğurda yaşama sunulabilecek tek gerçeği yaşayalım artık: Yas tutalım. İçimiz yaralı, sesimiz kısık. Naralar, sloganlar, marşlar bir yanda kalsın, bırakın yokluğu yaşayalım. Bu tantanada geride kalan yegâne gerçeği. Türk, Kürt... Gidenin gittiği ile kaldığı ‘gerçeğini’. Belki o zaman yitirdiklerimizin ne anlama geldiğini gerçekten fark edebiliriz. Çünkü esas olan şimdiki zamandır; şimdiki zamanı idrak edebilmek.
İlginç bir rapor yayınlandı geçtiğimiz günlerde. Uluslararası Azınlık Hakları Grubu’nun yaşadıkları ülkelerde azınlık konumunda olan halkların kadınlarıyla ilgiliydi bu rapor. 2011 yılının verilerinden yola çıkarak hazırlanan bu raporda kadınlar, ait oldukları topluluğun ‘etnik, dini ve politik’ bağları nedeniyle en çok şiddete maruz kalan grup olarak tanımlanıyor. Bu şiddetin başında da tecavüz geliyor. Azınlıklara karşı şiddetin temel hedefi haline gelen kadınların tecavüze uğramasındaki asıl neden ‘korunmasız’ olmaları. İşin ilginç yanı savaş ve çatışma dönemlerinde var olan bu şiddet tablosu barış zamanlarında da tam olarak bitmiyor. Bazen polislerin de katıldığı bir katliam grubu tarafından onurları lime lime edilerek bu cinsel şiddetin mağduru oluyor kadınlar. Kongo, Sri Lanka, Kırgızistan, Guatemala, Burma...Ancak dahası da var. Rapor diyor ki, bu şiddeti sadece yönetici ve çoğunluk durumundaki grubun güçlerinden görmüyor bu kadınlar. Bazen kendi halkları, yakın çevreleri ve bizzat aileleri tarafından cinsel tacize maruz bırakılıyorlar!O halde ‘korunmasız’ sözcüğünün karşılık bulabileceği yer ev ya da aile kurumuyla çözülebilecek gibi değil! Bu kadınların korunmasız olarak şiddet mağduru olmalarının temelinde yatan asıl gerçeklerse şunlar:Ekonomik darboğaz, kısaca yoksulluk.Okuma ve yazma oranının düşüklüğü, kısaca eğitim yoksunluğu.Ev dışına çıkamama, yaşamı ev olarak görme, kendi yaşamı olarak sadece evi bilme, kısaca sosyalleşememe.Buradan yola çıkarak azınlık kadınlarının dünya üzerinde yaşadıkları dramın sivil toplum kuruluşları, sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğine girmekten imtina etmeyen devlet kurumları tarafından nasıl bertaraf edilebileceğinin esaslarını da görüyoruz.Bunların başlıcaları şunlar olabilir: Yeni hiyerarşiler, yeni ve buyurgan ‘ben bilirim, şimdi sana her şeyi anlatacağım’ cümleleri yaratmaksızın kadınları yaşadıkları yoksulluktan kurtaracak çözümler bulmak, önlerindeki eğitim engellerini ortadan kaldırmak, yaşamın dört duvar arasında tüketilecek bir ömür törpüsü olmadığını onlara yeni yaşam alanları açarak sergileyebilmek...Bu çözümleri bulurken merkezden değil bölgelerin yerel konumları, yaşanmakta olan deneyimleri ve koşullarından yola çıkmak.Açıkçası ben bu raporu sadece azınlıklar ve azınlık kadınlarıyla ilgili bir rapor biçiminde değerlendirmiyorum. Dünya üzerindeki ve ülkemizdeki birçok kadının yaşamak durumunda olduğu bir genelleme olarak okunabileceğini düşünüyorum bu raporun. Hazır ‘aile bakanlığımız’ yola çıkmışken. Hazır kadını bir çocuk doğurma makinesi haline dönüştürmek gündemdeyken. Hazır ‘korunmasız’ kadınların nasıl sentetik bir biçimde ‘korunur’ hale getirileceğinin kaba hesapları yapılırken...
Yeni kabine açıklandı. 24 erkek ve tek bir kadından oluşan bir kabine! Ne kadar güzel... Meclis’te karar mekanizmalarına eşlik eden erkek sese, o sesten yayılan hoyratlığa kaldığımız yerden devam edeceğiz demek ki. Ama zamanın ruhuna uygun şiarımız neydi, tekrar hatırlayalım: Büyüklerimiz bilir! Demek ki onlar böyle uygun gördüler.Yine de birkaç hususu dile getirelim ve daha sonra sahneyi büyüklerimizin derin kararlarına terk edelim.Gelin tek kadın bakanımıza bakalım. Fatma Şahin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan sorumlu olacak. Bu bakanlığın adı değişti, biliyorsunuz. ‘Adı değişti efendim abartmayın, öküz altında buzağı aramayın’ diyebilir ya büyüklerimiz yine de bir parantez açalım burada. Zira yeni bakanlığın odaklandığı nokta kadının birey olarak yaşadığı ya da yaşayamadığı deneyimler olmayacak. Ne mi olacak dersiniz? Kadının, yeri ve rolüyle aile merkezli politikalar üzerinden değerlendirileceği bir makam olacak orası. ‘Ee, bunda ne var?’ diyebilir büyüklerimiz. O zaman ben de, birçoğumuz gibi, şu an Türkiye’de yaşanmakta olan ‘aile cinayetlerine’ referans vermek durumunda kalacağım. Örneğin diyeceğim ki ‘Ayşe Paşalı’yı kim öldürdü?’ Ardından soruma devam edeceğim: ‘Eski karısının üzerine benzin döken ve sonra onu yakan kimdi?’ Ya da gazetelerin üçüncü sayfalarından bir düğün fotoğrafındaki umutla ya da güzel bir günde çekilmiş olan bir vesilalıktaki gülümsemeyle, bakışlarını bize çevirmiş o talihsiz kadınlar, Türkiye’nin dört bir tarafından ölüm haberleri yağan o kadınlar kim o zaman? Bu kadınların katilleri, kocaları! Elbette savcılığın bu konudaki umarsızlığını, sorumsuzluğunu, ilgisizliğini düşündüğümüzde bu katliama hukukun da karıştığını teslim etmek durumundayız.Yeni bakanlığımızın ‘aile ve sosyal politikalar’ başlığında neyi hedeflediğini gerçekten merak ediyorum. Bu başlığın altını nasıl dolduracağını. Nasıl broşürler hazırlayacağını ve onları tantanalı bir biçimde halka nasıl dağıtacağını. Bu bakanlığımızın ülkemizdeki kadın sorununu kadınların birey olabilmesi üzerinden değil ailedeki yeri üzerinden çözmeye çalışması neyi değiştirecek dersiniz?Ben size naçizane fikrimi söyleyeyim: Hiçbir şeyi!Çünkü sorunu, ona neden olan aygıtları öne çıkararak çözemezsiniz. Hele o aygıtlarda gerçek bir dönüşümü hedeflemiyorsanız! Savcıların bakış açısını değiştirebilecek misiniz, örneğin? Ya da eşine uyguladığı şiddeti makul bir yaşam biçimi gören kocaları? Kısacası toplumdaki ataerkilliği dönüştürebilecek misiniz? Dönüştürmekten vazgeçtim, hafifletebilecek misiniz? Örneğin aile içinde şiddet gören bir kadına ‘aile kutsaldır, yuvayı dişi kuş yapar, hadi bakalım kocana itaat et, mutluluğu orada bulacaksın, bu arada mümkünse üç çocuk yap, hem cennet anaların ayakları altındadır’ demeye devam mı edeceksiniz? O bulanık cenneti bulacağım diye kadınların çoğunun depresyona girmesine, sinir haplarıyla dolu mutfak raflarından ibaret bir dünyaya kendi kendilerini tıkmalarına göz mü yumacaksınız? Tabii ki bunu kendileri bizzat tercih eden kadınlar olabilir. Ama tercih hakkı çok önemli bir vatandaşlık hakkıdır. Bu hakkı ülkedeki şiddet mağduru kadınlara verebilecek midir Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı?Sorun, sorunu öne çıkararak çözülür. Bu ülkede kadın sorunu, kadınların insan yerine konulmama sorunu vardır. O zaman adını koymak gerekir. Tali yollara saparsanız hep tali yollarda kalırsınız. Belki de istenen budur! Olansa kadınlara olur. Kadınlara ve herkese.