Emek Sineması diye bir sinemanın yerine dikmişlerdi onu. Bir alışveriş merkezi! Binanın adı uzun süren halk oylamalarının sonunda belirlenmişti. Belediye, yöneticiler ve diğer yöneticiler binanın yapılma aşamasında yaşanan nahoş durumlardan sonra halka sevimli ve çoğulcu göstermek istiyorlardı kendilerini. Bu süreçte Yeni Bakış diğerlerine fark atarak birinci oldu. Birinci olur olmaz hemen kısaltmalara gidildi. YB. Hatta yöneticiler ve şirket bu işi daha da ilerletip beyaz görkemli binanın tepesine gece mavisi renklerine bürünmüş Y&B’yi kondurdu. Türkçe okunuş da güzeldi hani: Y-en-B. Hatta daha da ötesindeki çağrışım şuydu: Yen Be! Yen, Japon para birimini de hatırlatıyordu elbette. Bu da logonun uluslararasına yaptığı vurguydu.Her şey mükemmeldi. Şirket ve yöneticiler çok mutluydu. Kuşe kağıtlara yazdırdıkları basın bülteninde ‘Beyoğlu’nun değişen çehresi Y&B’de her şey halkımız için tasarlandı ve hayata geçirildi. Mutluyuz ve gururluyuz’ yazıyordu.Alışveriş kompleksinde yok yoktu. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Y&B çöl ortasında bir serap olacak, akla hayale gelmeyecek düşlerin adına dönüşecekti. İnsan için insana gerekli olan ne varsa orada olacaktı. Gömlekler, spor salonları, lokantalar, modern züccaciye dükkânları, mescit, resim galerileri, botanik bahçeleri, astronot öykülerinin canlandırıldığı platformlar, bir açık hava müzesi, rast makamında şarkıların söylendiği kahvehaneler, gözlükçüler, mini bir tersane, bülbüllerin öttüğü dev koridorlar, mermerleri Marmara Adası’ndan getirilmiş olan bir hamam, üç derste çikolata ve Kavala kurabiyesi yapma kursları, dürümcüler, çeşniciler, fal bilim merkezleri, küçük bir zeytinyağ damıtma fabrikası, dev bir kebapçı, bilimsel toplantıların yapılmasına olanak sağlayacak dört kongre salonu, atış alanları ve o muhteşem hizmet ücretsiz açık otopark!Ama bir kere insanların diline düşmeye gör! Şirket ve yöneticilerin önüne geçemediği bir şey oldu. Onların deyişleriyle alışmış kudurmuştan beterdi. Halk orayı eskiden beri bildiği adla ‘Emek’ diye çağırmaya devam ediyordu. ‘Emek’e gidelim’, ‘Emek’te buluşalım’, ‘Emek’te laflayalım’. Y&B’nin forsu Emek’in hatırlanışı karşısında bir saman alevinin ömrü kadar sürmüştü.Dahası da vardı. Bazı kendilerini bilmezler yüksek donanımlı güvenlik cihazlarından geçtikten sonra seyyar tahta sandalyelerini açıyor ve Y&B’nin akustiği yüksek, bir servete mal olan girişinde vakti zamanında Emek’te seyrettikleri filmleri hararetle birbirlerine anlatıyorlardı. Sahne, sahne, diyalog diyalogÖ Bazen yaşamın gücünün yetemediği, ertelendiği anları keşfettikleri o hayallerindeki beyaz perdeye seslenerek, zihinlerinde duydukları büyük bir şükranla. Yaşamın ve umut etmenin balta girmemiş bir hırsla yenmek ve kazanmak olmadığı dünyaları hayal edebilmek için.***Y&B şimdilik bir bulanıklık. Ancak bu bulanıklığa adım adım yaklaşmaktayız.Bugün Emek Sineması önünde büyük bir buluşma var. 1 Aralık 2011 tarihinde yargı Emek’in yıkılmasına karar verdi. Emek’in geleceği sadece kamuoyunun direnme gücüne bağlı. Bugün saat 16.00’da Taksim Meydanı’nda buluşuluyor ve Emek Sineması’nın önüne gidiliyor. Ve iş orada bitmiyor, çadırlar kuruluyor, filmler seyrediliyor. Basın duyurusundan sonraki program şöyle:18:30 Yeşilçam Sokak’a çadırların kurulması20:00 Konser20:30 Forum:- Emek Sineması ve Beyoğlu için mücadeleye nasıl devam edilmeli?- Emek Sineması için nasıl bir alternatif öneriyoruz?22:30 Konser23:30 Çorba dağıtımı24:00 Sessiz sinema oynuyoruz02:00 Film gösterimleriSinema başlı başına bir hayattır. Ona sahip çıkalım. Yeterince alışveriş merkezimiz var. YB’ye gelince. Yeni Bakış yerine şöyle düşünelim: Yeşilçam Bizim (olsun).
Yer: Isparta’nın Sütçüler ilçesi sınırlarındaki Yukarı Köprüçay HavzasıKonu: Bölgede yapılması planlanan Kasımlar Barajı ve Hidroelektrik Santrali (yine şu meşhur ve meşum HES’ler!) projesi.Bugün ‘Su Seferberliğine’ çağrı başlığı altında başlatılan ve kamuoyuna duyurulacak olan basın bildirisinde Türkiye’de derelere ve su kaynaklarına yönelik politikanın doğayı ve insan yaşamını nasıl tehdit edeceğine vurgu yapılacak. Bildiğiniz gibi Karadeniz bölgesi bu talan politikasının ilk hedeflerindendi. Ne yazık ki bu talana kamuoyu yeterince karşı çıkmadı. Göz göre göre ormanlar katledildi, doğa örtüsü yağmalandı. Kendi deresini, çayını, suyunu koruyanlara terörist muamelesinin yapıldığı bir ülkede yaşadığımız düşünülecek olursa yolumuz çok ama çok uzun.‘Su akar insan bakar’ mantığının ‘insanlar suyuna, doğasına sahip çıktıkları zaman insandır’ gerçeğiyle yüzleşmesi, sadece bugün ve bizler için değil yarın ve çocuklarımız için de ibretlik bir tavırdır. Çağ, doğayı öldürerek yakalanmaz. En nihayetinde kendi gölgene yakalanır ve bir arpa boyu yol gittiğini fark edersin. Ama bu arada doğa da bitmiştir. Af dileyecek, işleri yeniden başa saracak şansınsa uçup gitmiş. Hem kendinin katilisindir hem de doğanın.Kiminiz bu durumu romantize ettiğimi düşünecek ve sözlerimi aşırı duygusal bulacaktır. O halde daha somut gerçeklerden konuşayım. Örneğin şu enerji durumumuzdan. Türkiye’nin suları talan ediliyor ve gerekçe olarak ‘enerjide dışa bağımlıyız’ diye yıllarca bildiğimiz, ezberlediğimiz bir cümle sarf ediliyor. Peki. Bunun için kendi derelerini, derelerin havzalarını, o havzalardaki kültürel dokuyu hunharca parçalayan bir tutum mu sergilenmesi gerekiyor? Buna karşı çıkan insanların etiketlenemesi, vatan haini ilan edilmesi mi?Isparta’daki Yukarı Köprüçay Havzası üzerine kurulacak olan barajların ilk etapta doğayı katletmekten başka yaptıkları bir şey yok. İkinci etabı soracak olursanız onun da yanıtı basit.Halkın yaşam alanlarına özel şirketler tarafından el konulması suretiyle ‘enerjimizi üretiyoruz’ yalanına sarılmak! Bu projelerden üretilen enerjinin Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkelere satılmaya başlandığını biliyor muydunuz?Türkiye’de eşzamanlı olarak başlatılan 2000 HES projesinden bahsediyoruz. İki bin! Bazen tek bir havzada gerçekleşecek olan 36 projeden! Bir havzanın 36 yerinden delinmesi, borulanması ve yok edilmesinden.Yukarı Köprüçay Koruma Platformu’ndan Yusuf Yavuz bizleri bekleyen tehlikeye dikkat çekiyor. Ülkenin su kaynaklarının denetimini tek elde toplayan yasal düzenlemelere. Bu surette binlerce yıldır halkın ve doğanın ‘doğal’ hakkı olan su kaynaklarına el konulmasına.Hatırlatalım: Şimdi Akdeniz’e dökülen Köprüçay üzerine de HES’lerin gölgesi düşmek üzere. Ülkenin diğer vadilerinde yaşanan trajediye, Köprüçay Havzası da tanık olacak! Platformun basın bültenindeki bir cümleyi sizlerle paylaşmak istiyorum çünkü bu hepimizi ilgilendiriyor: ‘Ortak paydamız olan Türkiye’nin suları paylaşılırken bakmamak için, gerçek bağımsızlığın halkın kendi yaşam alanlarında üretimden kopmadan, siyasilere el açmadan yaşamasından geçtiği bilinciyle bütün kamuoyunu bu sese kulak vermeye çağırıyoruz.’
‘Bugün 8 sayfa’ yazısı dikkatimi çekti önce. İstanbul Kadir Has Üniversitesi son 10 yılını geçirdiği Cibali’den eskiyi çağrıştıran siyahbeyaz bir ‘gazete’nin ilk sayısını yollamış. Bugünü dünün ruhundan anlatan, sayfaları sarıya dönmüş, üniversite öğrencilerinin emeğiyle hazırlanmış, tasarımı 1940’ların gazetelerinden esinlenmiş bir öğrenci gazetesi bu.Takdim yazısında Mustafa Aydın amaçlarının ‘tarihi yarımadanın merkezinde şekillenen Cibaliliği tüm Türkiye’ye anlatmak’ olduğunu söylüyor. Bu açıdan bakıldığında Cibali’de olup bitenler, Türkiye’de, özellikle 40’lı yıllardan bugüne kadar yaşananların özeti gibi, bir film şeridiymişçesine gözlerimizin önünden akıp gidiyor.Ustamız, edebiyatımızın gözbebeklerinden Orhan Kemal’in 1954-1966 yılları arasında Cibali’de yaşadığını bilenler, bu efsunlu diyarın onun öykü ve romanlarında soluk alıp veren kahramanlarının, boynu bükük mekânlarının bir şekilde ev sahipliğini yaptığını da anlamışlardır, ya da okudukça anlayacaklardır. Örneğin zamanında bu satırların yazarını Cibali’ye ilk götüren nedenlerden biri de budur. Orhan Kemal’in hakiki yazarlık mayası bir yana, bir yazarın nerelerden beslenebileceğinin çok önemli ipuçları vardır Cibali’de.Cibali Postası bu ilk sayısında Buket Cengiz’in, romancımızın oğlu Işık Öğütçü ile yaptığı bir mülakatı da yayımlamış. Eski adıyla Cibali Fırın Sokak’ta, 20 numaralı, iki katlı bir evde kiracı olarak yaşamış aile. Sevindirici olan sokağın bugün Orhan Kemal adını taşıması. Ancak aynı şeyi ev için söyleyemiyoruz! Ne yazık ki ev şu an özel bir mülk ve satışı yapılmıyor. Oysa bugün müze olması gereken bir ev orası! Kültür Bakanlığı’nın araya girme ve mülk sahibini adaletli bir biçimde ikna etme zamanı gelmiş de geçiyor bile.1880’lerde inşa edilen eski Tütün Fabrikası, yeni adıyla söyleyecek olursak Kadir Has Üniversitesi, Cibali’ye farklı bir çehre sundu ve sunmaya devam ediyor. Örneğin üniversitenin içinde hizmet veren Rezan Has Müzesi’ni hâlâ ziyaret etmediyseniz fazla geciktirmeyin derim. 11. yüzyıldan kalma Bizans sarnıcı ile 17. yüzyıla ait Osmanlı hamamının kalıntıları arasındaki bu yapının ihtişamı size çok şey anlatabilir.Şimdiki zamanı takip etme eğiliminiz varsa da gidin Cibali’ye. Orada birçok tanıdık sokak sizi bekliyor olacak. Çekilen tarihi diziler, yenileri, eskiyi arayanları... Mahallenin ek gelirlerini oluşturan bu dizilerin izleri de Cibali’de saklı. ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ dizisi sayesinde 51 ev boyanmış. ‘İffet’ dizisi için bazı dükkânlar manav ve bakkala dönüştürülmüş. Kısaca bir tür ufak çekim platosu Cibali.Cibali Postası’nın oraya, başka bir deyişle İstanbul’un eskisini anlatmaya niyetli bir gazete olması beni mutlu etti. Ama beni daha da sevindiren bu 8 sayfanın ‘bir öğrenci gazetesi’ olarak dolaşıma girmiş olmasıydı. Erciş’e giden, topladıkları yardımı ilk elden Van’a ulaştıran gençlerin gazetesi olması. Yaşadığı alana gözlerini çevirmiş ve yaşanmakta olanları görebilen bir genç bakışın ne kadar kıymetli olduğunu söylememe gerek bile yok.Size gelince değerli okurlar: Nicedir gitmediyseniz, yaşamda bir aralık yakalarsanız bir ara kalkın Cibali’ye gidin. Değişmekte ve dönüşmekte olanı görün. Tütün fabrikasının kokusunu takip edin, hatta ‘Fabrika Kızı’nın mavi otobüsünü: ‘Fabrikada tütün sarar, sanki kendi içer gibi, sararken de hayal kurar bütün insanlar gibi.’Rastlarsanız, mevsimiyse, üniversiteler arasında yapılacak kürek yarışını seyredin. Müzik dükkanlarına, balık lokantalarına uğrayın. Bu arada kentsel dönüşüm projesinin psikolojlerini bozduğu insanlara da bakın. Dahası kallavi bir park sorunu yaşayın. Ama gözünüz hep Cibali’de olsun. Geçmiş ve şimdinin buluştuğu yerde.
‘Sanki hayatımız bir pazıl ve durmadan bu pazılda bir şeyler eksik oluyor.’Yukardaki sözcükler zorunlu göçü yaşamış ve bu göçün etkisini hâlâ yaşamakta olan bir Kürt kadına ait. Geçtiğimiz günlerde Kürt kadınlarının zorunlu göç deneyimini anlatan ‘Ne Değişti’ adlı bir kitaptan alıntıladım. Yeni bir yayınevi olan Ayizi’nden çıkan ortak imzalı bir çalışma bu. Sendika uzmanı Handan Çağlayan, akademisyen Şemsa Özar ve sosyolog Ayşe Tepe Doğan yıllar önce İstanbul’a göç etmiş Kürt kadınlarıyla konuşmuş. İstanbul’un 15 ilçesinde 25 kadın ve kız çocuğuyla yapılan görüşmeler bunlar.1990’lı yıllardaki toplumsal değişimlerden biri olan zorunlu göç, sayısız Güneydoğulu ailenin evini barkını bırakıp büyük kentlere, Batı’ya doğru yaptığı zor yolculuklarının adıydı. Hatırlayacağınız gibi Kürtleri Batı’ya getirmek ve halkları birbirine ‘kaynaştırmak’ bir zamanların gözde politikasıydı. Her iki taraf için de zor bir süreçti bu. Elbette göç eden taraf için çok daha zordu. En büyük travmalar, tarifsiz kırılmalar bu cephede yaşandı. Göçmen olmanın yanısıra Kürt olmanın bedelini çok ağır ödedi bu insanlar. Yabancı olmak, Kürt olmak, kadın olmak, sürekli olarak hedef haline getirilmiş bir kimliğin içersinde yaşama devam etmeye çalışmak...Kitap o zorunlu sürecin kadın cephesine bakıyor. Bu surette göç olgusunun yalınkat gerçeğini ve çekirdek boyutunu vermeyi tasarlıyor bize. Özellikle dağlık alanlardan, dağ köylerinden büyük kentlere göçen ailelerin kadınlarıyla yapılan görüşmeler, bu insanların ‘yabancı’ bir alanda, en can alıcı noktada yaşamla nasıl mücadele etmek durumunda kaldıklarının önemli ipuçlarını veriyor. Her ne kadar aynı ülke içersinde olsa da özellikle konuştuğunuz dilin, geleneğin içinden kopartılıp başka bir çevrenin içine çekilmek tarifi zor duyguları da yanıbaşında getiriyor. Bu insanlar büyük kentlere gelmeden önce köylerini alaşağı eden üniformalar içersindeki insanları tanıyorlar ‘Türk’ diye. Bu inancı sivilleştirmek ise, başta dil olmak üzere zaten her yönüyle yabancı oldukları bir diyarda çok zor oluyor. Biliyoruz ki algı tek taraflı oluşmaz. Karşı cephede, yani ev sahibi konumundaki tarafta ise ‘Kürtlerin hepsinin silahlı ve bölücü olduğu’ yönünde bir kanı var. Büyük kentte yaşayan Türk insanı da Kürtleri bu önyargıyla algılıyor, bu algının üzerine yaşamı inşa ediyor. İnşa etmek diyoruz ama buna ortak bir yaşam demenin ne kadar zor olduğunu yıllar bize gösterdi ve göstermeye devam ediyor.Sadece insan ilişkileri değil, Güneydoğu insanının ‘modern’, ‘hukuka dayalı’ ve ‘rasyonel’ ilişkilerin yaşandığı bir yer olarak bulmayı ve kendine yer edinmeyi umduğu o kent en baştan onu dışlamış. Neoliberal dalgalanmaların içindeki kent, değil onu kucaklamak, güvencesiz çalışma biçimlerinin ve kayıtdışı ekonominin sarmalıyla daha da yalnızlaştırmış, içine döndürmüş ve kendine benzeyen insanların yaşadığı mahalle aralarına tıkmış onu.Çalışmada en çok ilgimi çeken husus genç kız ve kadınların, kız çocukları ve annelerinin, küçük kız ve ablalarının yaşadıklarının birbirlerinden ayrıldıkları yönlerdi. Her birinin yaşamöykülerinin yıllar içersinde Türkiye’de değişen, farklılaşan rüzgarlarla değişiyor ve farklılaşıyor oluşuydu. Ortak olan yan ise bir kente tutunabilmenin sert, acımasız gerçeği içersinde, bir yandan kazanıp diğer yandan kaybettikleriydi bu insanların. Bu surette yaratılan belleğin, sürekli olarak yeniden kurulan hikayelerle geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki kırılgan, yaralı temasıydı.Çalışma, tüm bu kırılmalara rağmen bu kadınların hayata nasıl tutunduklarının öyküsü olarak da okunabilir. Kendilerini kabul etmeyen bir kente nasıl yerleşebildiklerinin öyküsü olarak. Eğitim, bu yaralı teması göreli olarak iyileştirebilen bir araç. Ancak okullarda Kürt oldukları için aşağılanan çocukların, gençlerin yaşadıklarına da dikkat çekiliyor. Kitap, kadınların verdiği mücadeleye, bir de toplumsal cinsiyet rolleri bakımından verilen mücadeleyi de eklemeyi unutmamış. Ailenin fertleri cezaevindeyken çalışmasına izin verilmeyen anneler, evdeki erkek kardeşleri okusun diye eğitimini yarıda bırakmak durumunda kalan kız kardeşler, tekstil atölyelerinde geçirilen uzun ve sigortasız saatler... Eksik kalan neydi diye düşünüyorsunuz.Sanırım eksik kalan bu insanlara çok görülen yaşama hakkıydı. Kendi olma hakkı.
Şu senİçinde darağaçları büyüten(Tekin Gönenç, ‘Karanfil Sesleri’nden.)Bir kadın bir karakolda iki polisten dayak yiyor. Buna tanıklık eden başka bir polis kılını kıpırdatmıyor. Hep bekliyorsunuz ki bir müdahale gelecek. Öyle diye diye ipler kopuyor, kadın siliniyor; öte yanda ne şiddet bitiyor ne de polis.Sonra savcı devreye giriyor. O da ‘gerekeni’ yapıyor; dut yemiş bülbül oluyor. Polislerden hiçbiri hakkında ‘görevi kötüye kullanmak’ vb. tarzında en ufak bir tutanak tutulmaksızın, yargıya intikal olmaksızın baştan savma sütten çıkmış ak kaşık adaleti yerini buluyor.Savsaklanan hayat kaldığı yerden devam ediyor.Vicdan? Onu kim ne yapsın?Vicdan, sokak aralarında zehirlenmesi haklı gösterilen bir sokak köpeği gibi, çaresiz, hazin sonunu bekliyor.Olaylar olup biterken ben o polislerin aralarında konuştuklarını merak ediyorum. Elbette savcının da.Hani olur a evlerine gittiklerinde yerini bulan ‘adaletin’ rahatlığıyla evdekilerin yüzlerine nasıl baktıklarını filan.Öyle iş güç derdindeyken değil; sokakta yürürken, arkadaşlarıyla laflarken, yapılan zamlara kızarken hayata nasıl baktıklarını.Kâbus gibi bir şey bu: İki yasa koruyucu bir kadını karakolda dövüyor. Kurbanlaştırdıkları bir kadına hep birlikte uyguladıkları şiddetin varlığından haberdar mıdır yürekleri? Bir vicdan azabı duymakta mıdırlar? Yoksa ‘biz gerekeni yaptık’ deyip hayatlarına kaldıkları yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam mı edeceklerdir? Karakoldan çıktıktan sonra ‘ne gündü ama’ deyip karşılıklı birer çorba mı içmişlerdir? Hiçbir şey olmamış gibi o günkü maçtan konuşmuşlar mıdır, örneğin? Sonra sessiz ve sakin evlere mi dağılmışlardır?Dahası var. Bundan on, yirmi yıl sonra bugünleri andıklarında ‘ne kadar dürüst, ne kadar hizmetlerine sadık, ne kadar çakı gibi, ne kadar hem de ne kadar’ olduklarını mı mırıldanıp duracaklardır gençlere, ‘hadi amma uzattın at şu elindeki kağıdı’ diye yüzlerine sert sert bakan gençlere, şu pişpirik oynadıkları kahvelerde?Ya o şimdiden saçlarına geleceğin ‘görül-müştür’ akları düşmüş olan beyaz saçlı polis? Şiddet karşısında yaşadığı yok saymanın, sessizliğin yapılan şiddete yönelik bir itaat olduğunu hiç düşünmüş müdür? Düşünecek midir?Ya savcı? Baştan savdığı bu davanın şiddete verilen bir rıza olduğunun farkında mıdır? Üstelik kendi eliyle kotardığı bu edepsiz sonun sadece kendisinin değil, adaletin şiddete verdiği rıza olduğunu?Ya bizler? Böylesi bir davanın, ya da buna benzer davaların şaşkınlığı içinde olan bizler. Özgürlüğün iyileştirici gücünü anlamak arzusundaysak vicdanımızla bakmanın usulünü yeniden hatırlamak ve öğrenmek durumundayız.İhtiyacımız olan vicdandır. ‘Bu vicdansızlıktır’ diyebileceğimiz içimizdeki ses.
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde gerçekleşen bir seminer vardı İstanbul Dedeman Oteli’nde. Ayın tutulduğu ve dünyanın gölgesine girdiği bir kış gününde, başka bir tutulma olan silahlanmanın dünya üzerine düşen gölgesi tartışıldı. 17 yaşında namert bir kurşunla bu dünyayı bırakıp giden Umut’un arkasından, onun adıyla kurulan Umut Vakfı’nın düzenlediği bir toplantıydı bu. Neredeyse önüne gelen herkese silah dağıtan-dağıtacak olan bir zihniyetin yaratabileği sonuçlar tartışıldı. Özellikle bu sonuçların ülkemizdeki kadın cinayetlerine olabilecek ‘katkıları.’Yapılan çalışmaların, istatistiklerin gösterdiği çok net bir gerçek var: Kadın cinayetlerinde delici aletler ilk sırayı alırken, ateşli silahlar hemen ikinci sırada geliyor. ‘At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim’ protokolüne bağlı, öfkesi burnunda bir toplumda ruhsatlı tabanca izninin sınırsız bir girişimle desteklenmesi, gelecek 5 yılda ne türden cinayetlerin bizleri beklediğinin berrak mı berrak ipuçlarını veriyor.Dilerseniz istatistiklere bir bakalım:2011 yılında Türkiye’de 9 milyon silah olduğu tahmin ediliyor. Her 100 kişiden 12’sinde silah var. 178 ülke arasında silahlanma konusunda Türkiye 14. sırada. Silah ticareti ile ilgili şeffaflık konusundaysa 48 ülke arasında 31. sırada. Türkiye’de silahlarla işlenen cinayetlerin yüzde 14’ünde ruhsatlı silah kullanılmış. Dahası var: Ülkemizde 2011’in ilk altı ayında 2001 yılı aynı dönem verilerine göre silahlı şiddet olaylarının yüzde 83 oranında arttığı tespit edilmiş!Yani silaha sarılma mahareti gelişmiş bir toplumuz. Ülkemizde silah bir korunma aracı değil, yaşanan anlaşmazlıklarda konuşmak, iletişime geçmek yerine kısa yoldan çözüme ulaşmak için kullanılıyor. Çözüm ise belli: Karşındakini yok etmek!Yapılan araştırmalar toplumun silahı kendini korumak için değil karşısındakini ‘öldürmek’ için kullandığını ortaya koyuyor. Gazetelerin sayfalarını kaplayan insan dramlarına bakmak yeterli bunun için. Hal böyleyken sorumuz kafamızı kurcalamaya devam ediyor: ‘Silaha bu kadar kolay ulaşılmasına neden göz yumuluyor?’Örneğin Belçika ya da Fransa’da ruhsatlı silah taşımanız için öncelikle can güvenliğinizin ciddi bir biçimde tehdit altında olduğunu ilgili mercilere kanıtlamanız gerekiyor. Dahası size silah verildiğinde bu silahı çelik bir kasada korumanız, mühimmat ve silahın ayrı yerlerde, hatta silahın parçalara bölünerek saklanması söz konusu. Diyeceksiniz ki o zaman silahı nasıl kullanacağız? Bunu bilemem. Ancak buradaki tablonun, size bu ruhsatı veren merci tarafından ‘silah mertliktir aslanım, kullanmazsan namertsin’ üslubunu taşımadığını rahatlıkla söyleyebilirim.Cumartesi günkü toplantıda yeni silah yasa tasarısı ve bunun şiddetle örülü bir geleceğe aralayacağı eşik tartışıldı. Bu türden silahlanmanın yaratabileceği tehditlerin başında ise kadınların birer canlı hedef haline getirilmiş olması esastı. Ne yazık ki silahın erkekliği tamamlayıcı bir unsur olarak algılanması, hatta algılatılması, ana hedefin ‘namus’ üzerinde yoğunlaşmasına yol açıyor; bu yoğunlaşmanın bedelini ödeyenlerse kadın bedenleri! Kaldı ki bundan etkilenecek gelecek kuşaklar da söz konusu, yani çocuklar.Bu konularda her zaman olduğu gibi medyaya çok iş düşüyor. Yapılan haberlerde silahı özendiren bir üsluptan uzak durmak çok önemli. Dahası, çok tüketilen popüler kültür ürünleri için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Özellikle TV dizilerinin mimarları olan senaristlere burada çok önemli bir rol düşüyor. Silah ve ölümün bir ‘son hesaplaşma’ olarak verilmesi bile seyredenin algısı açısından çok sorunlu. Peki, teslim edelim ki bir reyting sorunu var ve şiddet, şiddetin romantikleştirilmesi çok iş yapıyor. Yine de dizilerdeki silahı bir çözüm değil, belki bir araç olarak göstermek ve bölümün sonunu yaşamla birleştirmekle bu iş dengelenebilir gibi geliyor bana. Her halükârda yaşam, dizilerdeki gibi cengâver bakışlı muhteremlerden ve onların etrafında kuyular kazan ‘femme fatale’lerden ibaret değil!***Türkiye’nin önde gelen anayasa hukuku profesörlerinden Bülent Tanör, yarın, 13 Aralık Salı günü İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası Doktora Salonu’nda saat 14.00’da özel bir törenle anılacak. Tanör’ün ölümünün 9. yılının ardından gerçekleşecek olan toplantıyı İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi düzenliyor.
Geçtiğimiz sene tanıdım Evrim’i. Kanada’da yaşamış, araştırmalarını göçmen ve mülteci kadınlar üzerine yapmış çiçeği burnunda bir antropologdu. Gencecik yaşına rağmen ağır bir yükün altına girmeye hazırdı, üstelik ‘Hayata Dokun’un da kurucusuydu. Hayata Dokun, şiddet ve tacize uğrayan her yaştan kadına destek olmak ve onlara iş olanakları sunmak amacıyla kurulmuş. Daha önce de bu köşede bahsetmiştim kuruluşun amacından, yapılmakta olan ve yapılacak işlerden...Hayata Dokun geçen hafta daha farklı bir projeye imza attı. Paris Başkonsolosluğu işbirliği ile 4 Aralık 2011 Pazar günü, başkonsolosluğun konferans salonunda, Fransa’daki Türk Kadın Dernekleri’nin kadın başkanlarına yönelik “şiddet, hukuksal haklar ve istihdam olanakları” konularını içeren bir toplantıydı bu. Toplantıya katılanlar arasında Paris Başkonsolosu Emre Kadıoğlu, Psikolojik Danışman Gülsen Sağun, Avukat Morgan Kılıç ve Evrim Gözener de vardı. Projeye başlarken Evrim’e ‘Türkiye’de işler bitti de sıra şimdi Fransa’ya mı geldi?’ diye soruyorlarmış. Evrim ise, ‘yurt dışında yaşayan bizim kadınımız değil mi’ düşüncesiyle yollara düşmüş.Ben de dayanamadım sordum ‘Neden göçmen kadınlar?’ diye.‘Göçmen kadınlar yabancı bir memlekette dil ve kültür gibi sosyal adaptasyon problemleri ve istihdam kısıtlamaları altında yaşıyor. Göç travmasının sonucu olarak kadınlarımız yoğun şiddete uğruyorlar ve kendilerini nasıl koruyacaklarını bilmiyorlar çünkü haklarının farkında değiller’ diye cevap verdi. Sonuna kadar haklı. Bugün göç ve göçün getirdiği sorunlar siyasetin gözardı edemeyeceği kadar büyük ve derin. Dahası hemen her yerde olduğu gibi göç olgusunun altında kalanlar, en fazla yükü çekenler yine kadınlar. Hayata Dokun’un başlattığı bu proje, gerektiği biçimde destek bulabilirse yurdışındaki göçmen kadınların istihdamı, uğradıkları şiddet ve haklarının ne olduğunu öğrenmeleri konularında önemli işlerin altına imza atabilir.***Van Depremi. Türkiye’nin yoğun gündemi Van’da yaşananları unutturmamalı. Özellikle ısıtıcılara, UFO’lara çok ihtiyaç olduğu yolunda haberler geliyor.***Cumartesi günü, yani 10 Aralık’ta, 9.30-19.00 arasında İstanbul Dedeman’da gerçekleşecek önemli bir buluşma var. Umut Vakfı’nın düzenlediği Hollanda Konsolosluğu İnsan Hakları Fonu’nun desteğiyle gerçekleşen bu uluslararası seminerde ‘Bireysel Silahsızlanmada Kadın Perspektifi’ masaya yatırılacak ve yeni silah kanun tasarısının kadına yönelik şiddeti arttırıcı yönleri ele alınacak.***Bir de kitap önereyim: Aslı Biçen’in Metis Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Tehdit Mektupları. ‘Mektup-roman’ türünün bu çağdaş örneğini, yetkin bir dilden okumak ayrı bir keyif. Roman, askeri bir darbenin mektuplara sinen farklı yüzlerini anlatıyor:‘Özgürlük sence nasıl bir şey? Özgürlük, elini kolunu rahatça kıpırdatabilmekmiş, başını kaşıyabilmek. Bir arabadan istediğin yerde inmek, girmek istemediğin bir binaya girmemekmiş. Seni alıkoyma yetkisi verilmiş biri tarafından engellenmeden bir kapıdan çıkıp gitmekmiş.’Türkiye ekonomik olarak değişiyor ama özgürlük cümlelerinin tınısı hiç ama hiç değişmiyor. O halde değişmenin ve gelişmenin ne olduğunu yeniden düşünmek gerekiyor.
Salı günü İstanbul’da ilginç bir toplantı yapıldı ve Dünya Bankası tarafından yayınlanan yeni bir rapor (Dünya Kalkınma Raporu 2012: Cinsiyet Eşitliği ve Kalkınma) kamuoyuna sunuldu. Bu arada içinde Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Avrupa ve Orta Asya’nın birçok ‘gelişmekte’ olan ülkesindeki fırsatların hayata nasıl geçirilebileceği de bir başka raporla tartışıldı. Sonuç olarak her iki rapor da ‘cinsiyet eşitsizliği’nin ortadan kaldırılmasının bu fırsatların hayata geçirilmesinde temel anahtar olduğunu söylüyor.Dünya Kalkınma Raporu 2012 dört alanının altını çiziyor:1- Kızların ve kadınların yüksek orandaki ölüm rakamları2- Kadınlar ile erkekler arasındaki kazanç ve üretkenlik farklarının giderilmesi3- Kadınlara daha fazla söz hakkı tanınması (eğitim bunda başat rol oynayabilir)4- Buna bağlı olarak cinsiyet eşitsizliğinin nesiller arasında devam etmesinin sınırlanması.‘Avrupa ve Orta Asya’da Erkekler ve Kadınlar için Fırsat Eşitliği’ raporunda ise temel vurgu yine eğitim, özellikle orta ve yüksek eğitim üzerinde yoğunlaşıyor. Kadınların işgücüne katılımının kolaylaştırılması için iyi çocuk bakım hizmetleri, daha makul doğum izni politikaları ve emeklilik yaşındaki cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi gibi önerilerin altı çiziliyor.Sabahki oturumun hemen ardından yapılan Şirin Payzın’ın moderatörlüğündeki panelde, bu anlamda özellikle eğitime ve zihniyetin değişmesine yapılan vurgu önemliydi. FİBA Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hüsnü Özyeğin bu konuda durum tespiti yapmak yerine çözümün önemli olduğunun altını çizdi. Ağrı, Muş, Siirt gibi illerde 25 kız yurdu açılmasına öncülük ettiklerini ve 2005 yılından bugüne kadar bölgede kız öğrencilerin okuma oranının gözle görülür biçimde arttığını söyledi. Kasaba ve köylerde lise olmadığı için büyük illere gidemeyen kız çocuklarına bu türden yapılacak girişimlerin kız çocuklarının hayatını kurtarabilecek atılımlar olduğunu belirtti. TESEV, KA-DER ve KAGİDER gibi derneklerin kurucu üyesi olan aynı zamanda TÜSİAD’a bağlı ‘Kadın Erkek Eşitliği Çalışma Grubu’nun başkanı olan Nur Ger ise salonu işaret ederek ‘Eşitsizlik varlığını söylüyor. Şu an salondaki ağırlık kadınlarda. Kadın konuları kadınlarla konuşuluyor. Ekonomiyi konuşuyor olsaydık burada erkekler olacaktı. Erkekleri bu konuya çekmek gerekiyor’ dedi. Ger’in söyledikleri çok önemliydi. Çünkü cinsiyet eşitsizliği, teslim etmek gerekiyor ki tek bir cinsi ilgilendirecek bir husus değil!Doç Dr. İpek İlkkaracan ise kadın hak ihlallerinin ekonomik olarak değil insan hakları çerçevesinde saptanması gerektiğini vurguladı. Kadınların yaşam hakkı ihlallerinin söz konusu olduğunun toplum tarafından anlaşılması gerektiğini söyledi. Kadına eğitim hakkı vermenin de yeterli olmayacağını, ona eğitim hakkını verip çalışma yaşamının dışında tutmanın gerçek bir çelişki olduğuna değindi.Toplantı emsallerinden daha farklıydı. Sanırım insanın ön plana çekilmesi ve yoksulluğun uzak durulması gereken bir illet değil, hep birlikte onarılabilecek toplumsal bir yara olduğunun altının çizilmesiydi, farkı yaratan. Kaldı ki zengin ülkelerde bile toplumsal cinsiyet eşitsizliği günümüzde hâlâ devam etmekte. Bu da eviçi ve toplumda sahip olunabilecek söz hakkındaki ötekileştirmelere, bu türden bir ayrımcılığın yaratabileceği savrulmalara, yoksun bırakılmalara neden oluyor. Söz olmadığı zaman yaşamsal eylem gerçekleşemiyor ve kadınların hareket alanları kısıtlanıyor. Bu sadece kadınlara değil bütün bir topluma sirayet eden bir kısıtlılık. Bunu unutmamak gerekiyor. Hemen belirtelim, söz hakkı demek evdeki televizyon kanalında kanal seçme hakkı ve özgürlüğü değil (konuşmacılardan biri böyle söyledi). Elbette zaman zaman bu da olabilir ama gerçek bir söz hakkından bahsedeceksek , özgürlüğün kişiye özel, kendi hayatını seçmeye dair bir sorumluluk olduğunu hatırlamak durumundayız. Kendi hayatını seçmek ve bu iradeyle hayata yön verebilmek olduğunu.***Hep ekonomiden bahsettim. Konuyu biraz değiştireyim: Size bir kitap önereceğim. Haydar Ergülen’in KırmızıKedi yayınlarından çıkan Aşk Şiirleri Antolojisi. Ergülen Bahçe Bağışlar adlı şiirinde diyor ki ‘Sevmek, yatıştırıcıdır. Bahçeyi sev, içini barıştır .’