Erken bir yılbaşı yazısı ama idare edin. 1980’li yıllarda bir yılbaşı eşiğindeydik. Bir vizeye kısa bir sürede (1 saat kadar!) ışık hızıyla hazırlanmam gerekiyordu. Sınav, aldığım ek sanat tarihi derslerinden birindendi. Çok keyifli bir dersti ama net olan bir gerçek daha vardı; paso tembeldim. Ama zihnimde bu konuda çakan bir ışık vardı. Yakın bir arkadaşım son anda beni uyarmış ‘Dans eden kadın heykeli var ya, ona çalış, mutlaka ondan sorarlar’ demişti.
Dans eden kadın heykeli. Hımmm. Okulda çalışamazdım, herkeste bir yılbaşı rehaveti vardı. Hediyeler, sevgililer, yalnızlıklar ortada uçuşuyordu. Bunlarla ‘o sırada’ uğraşamazdım. Kendimi dışarı attım. Hava buz gibiydi. Şimdi adını unuttuğum Beyazıt’taki o tuhaf pastaneye gömülmeli ve sınavda çıkacak önemli bölümleri hızla arşınlamalıydım. Özellikle de şu dans eden hatunu!
Pastane her zamanki suskun ve bu suskunluğuyla insanı hipnotize eden o pastaneydi. Bunda atmosferin önemi büyüktü. Zemin, daha içeri adımınızı atar atmaz bir sonsuzluğun içine çekerdi sizi. Yer, gece mavisi, masalsı, kendinden umulmayacak toklukta tüylü bir halıfleksle kaplanmıştı. Dahası pastanenin tuhaf bir derinliği vardı. Esasen bir düğün salonunun önsözü gibiydi burası. Zaten ilerdeki büyük salondan kadife mavi bir perdeyle ayrılmasının nedeni de buydu. Bu yüzden tüm çalışanlarında bir pastanenin parçası olma hali değil, bir düğün ruhu gezinirdi. Genelde pastane müşterilerine bu yüzden mesafeli yaklaşırlardı. Ancak o gün öyle olmadı. Ortalık çok tenhaydı. Belki bu yüzden beni coşkuyla karşıladılar! Hatta oturmam için her zamanki geçiştirmelik öğrenci yerine değil, ‘düğün bölümüne’ davet ettiler!
Salebimi aldım ve kadife perdenin araladığı bölümden geçip büyük düğün salonuna vardım. Sahnenin en uç noktasına oturdum ve zaman kaybetmemek için fotokopi notlarımı çıkardım. Sayfa kendiliğinden karşıma çıkmıştı bile. Dans eden kadın heykeli! Roma dönemi, milattan sonra 2. yüzyıl.
O sırada yanımdan geçen ve sahneye doğru taşan hışırtıya elbette aldırış etmedim ve elimdeki notları mırıldanmaya devam ettim. Perge kazılarında bulunduğunda yüzlerce parçaya ayrılmış heykelin öyküsü ilginçti ama benim bir saat sonraki sınava hazırlandığım bu satırlara anlam yükleyecek zamanım yoktu.
Fotokopi notlarıma devam ettim...
Oysa o, o bomboş salonun sahnesinde, mavi kadife perdelerden ve halıfleksten yansıyan ruhani ışıkta çıkmış dans ediyordu! Dans eden kadın! Ve sanırım yaşamın bu olduğunu söylüyordu. Kafanı kaldır ve bana bak diyordu. Her şey çok hızlı olabilir, çok yavaş olabilir, şansın ‘eh işte’ olabilir, olmayabilir, sınavlar olabilir, kiminden çakarsın, kiminden geçersin, dünya zalim olabilir, aradığını henüz bulamamış olabilirsin. Önemli değil. Kafanı kaldır ve bana bak. Ben dans ederken eteklerimde toplanan umuda, coşkuya, enerjiye, dişi olana, devinime bak:
S-o-n-s-u-z-l-u-ğ-a b-ak.
Bu satırları okurken onu orada fark ettiğimi ve bir ihtimal tırsıp koşa koşa o düğün salonunu terk ettiğimi, garsonların şaşkın bakışları altında salebin parasını verip ‘üstü kalsın,’ dediğimi düşünebilirsiniz. Ya da en yaratıcı tahminle kalkıp onunla dans ettiğimi!
Hayır.
Onu ne orada, ne sınavda, ne o yılbaşında, ne de mezun olduğum zaman hatırlayacaktım.
İnsanın kavrayış anı, yaşadığı ana çoğunlukla denk düşmez çünkü.
***
Onu ve dansını ne zaman mı fark ettim?
Geçtiğimiz cumartesi!
Hem mimari hem de arkeoloji bilgisi derin bir arkadaşımla karşılıklı oturmuş yıl sonu buluşmamızın keyfini çıkarırken. Onun Perge kazılarında anlattığı kadını, aslında bir heykel olarak değil, canlı canlı dans ederken seyrettiğimi yıllarca sonra fark ettim. Onun dans ederken anlattıklarının ne anlama gelebileceğini, yıllarca sonra...
2015’te gökyüzüne bakmayı, sonsuzluğa inanmayı, daha güzel bir dünyanın ancak siz isterseniz mümkün olabileceğini, kadınları, çocukları, yoksulları, yoksunları ve dans etmeyi unutmayın derim. Elbette sanatı da!