Berlin’in son dönemde yükselen kulüp kültürüne bir karşı duruş gibi Lollapalooza Festival... Birçok ikon sanatçıya ilham veren Berlin’de sahne almak müzisyenlerin en iyi performanslarını sunmalarını sağlar. Peki, her yurt dışı festivali mükemmel dinamiklere mi sahiptir? İşte buyurun bu yılki Lollapalooza deneyimime...
Almanya’nın başkenti Berlin, geceleri yaşayan şehirlerden. Bu şehir son dönemde ise sanatçıların ilham alanı olarak anılıyor. Eğer Berlin müzik sahnesini keşfe çıkacaksınız da adım adım kulüpleri ve yerel mahalleri dolanmanız gerekiyor. Son dönemde bunu kırmaya çalışan ise Lollapalooza Festival... Amerika bazlı olan festival üç yıldır Berlin’in farklı bölgelerinde yapılıyor. İlk ayağı eski havalimanı Tempelhof’da gerçekleşmişti. Organizasyon ilk yılında ciddi sorunlar yaşamıştı. Hala orada beklediğim kuyrukların acısını hatırlarım. Bu yıl ise şehrin yaklaşık bir saat uzaklığında yer alan hipodrom Rennbahn Hoppegarten’da gerçekleşti. Sahne alacak isimlerin cazibesine yakalanarak aylar öncesinden uçak biletimi almıştım bile. Avrupa’daki bir festivalin size her zaman müthiş imkanlar sunacağını düşünmeyin. Bu yıl gerçekleşen Lollapalooza, bir festival organizasyonun nasıl kötü olabileceğinin en net örneğiydi... Sahne performanslarını anlatmadan önce organizasyonun sorunlarından dert yanma vakti. İlk gün 85 bin kişinin yer aldığı alandan 23.00’da trenle evine dönmek isteyen 3 bin kişiden biriydim. Binlerce kişi gelmeyen treni yaklaşık üç saate bekledik. Bu sırada tabii ki insanlar bayılmaya, kimileri ise susuzluktan dert yanmaya başlamıştı bile. Kaos ve panik ortamında sonunda bir ulaşım aracı bulmuştuk. İşin garibi 3 saatlik bekleme sırasında Alman müzikseverlerin seslerini bile çıkarmaması ya da ufak çaplı bir tartışma bile yaratmamış olmasıydı. Eğer İstanbul’da üç saat binlerce kişiyi bekletseniz çıkacak kargaşayı hayal etmek zor değil. Ama bizim organizasyonların hakkını vermek lazım. Yıllardır festivallere giden biri olarak İstanbul’daki tek kuyruğun tuvaletten kaynaklı olduğunu belirtmem gerek. Tüm çilelere değen altın gibi parlayan performansları sıralama zamanı...
Albümde dinlediğinizin aynısı
- İlk durağım Michael Kiwanuka konseri oluyor. 27 Eylül günü Zorlu PSM sahnesinde izleyeceğimiz son dönemde duyduğum en güzel seslerden birine kulak veriyorum. Kiwanuka’nın acı dolu sesi ile başbaşayız. Ünlü ‘Cold Little Heart’ şarkısını söylerken hayallere dalıyoruz. Blues funk melodileri ve gitarı çalış ahengine ise büyüleniyoruz. Seyirci ile etkileşimi hala biraz zorlu, belli ki Kiwanuka’nın kafasında sadece müzik var. Sakın, İstanbul konserini kaçırmayın.
- Hemen ardından ana sahneye koşuyorum. Aslında bu festivale gelme nedenim olan Mumford and Sons’ı önlerden izlemek için. Marcus Mumford’un sesi canlı olarak da albümde dinlediğinizin aynı güzellikte. Şarkılardaki ses yükselişleri kusursuz. Marcus şarkıları gözleri kapalı söylerken bence o şarkıyı yazdığı ana ışınlanıyor gibi... Bir de multi enstrümantal olduğundan davulda da onu izlemek ayrı zevk. Sahne düzeneği de bu şekilde oluşturulmuş zaten. Marcus’un mikrofonun hemen altında davulu da durmakta. Grubun country ögelerinin ağır bastığı, aşkı, ayrılıkları anlattıkları her şarkısında daha da bağırarak onlara eşlik ediyoruz. Gecenin sürprizi ise Afrikalı sanatçı Baaba Maal’ın gruba eşlik etmesi. Bu her zaman olan bir şey değil. Şanslı azınlıktanız buna şahit olabilen. Zaten konseri düetleri ‘There Will Be Time’ ile bitirirken iki eşsiz sesin güzelliği karşısında gözlerimiz doluyor. Bir bakıma müziğin birleştirici gücüne bu şarkı ile de daha çok inanmak istiyoruz. Baaba Maal’ın şarkılara kattığı afrobeat hava ise hiç yadsınamaz. O çok sevdiğim ‘Tompkins Square Park’ şarkısını da söylediklerinin altını çizmem lazım. Mumford kardeşler konser sırasında hit’lerini de çalmaktan asla kaçınmadılar.
- İlk günün kapanışını ise Two Door Cinema Club ile yapıyorum. Eski havalarından eser kalmamış. Tamamen ticari bir gruba dönüşmüşler. Alex Trimble’ın 60 kilo vermiş olması, saçını sıfıra vurdurması ve garip bir imaja bürünmesi ile sesi de zayıflamış sanki. Sahnede enerjisizlerdi. Tek güzel yanları ise kusursuz bir ışık düzeneği kurmuş olmalarıydı. What You Know’da bile dans edemedim.
Ergenliğe Foo Fighters ile dönülürdü
- Yeni albümü ‘Concrete and Gold’ kapsamında turneleyen rock müzik efsanesi Foo Fighters ikinci gecenin en önemli ismi. ‘I’ll Stick Around’ ile çılgın bir giriş yapıyorlar. Aniden sahnedeler, gitarlar cayır cayır tam da göğüs kafemizin üzerinde yankılanıyor. Ve sonrasında 21 şarkılık bir baş yapıt sunuyorlar bize. Dave Grohl’ın sahnedeki espri anlayışı ve iyi müzisyenliğini her saniye hissettirmesi onların dünya yıldızı olmalarının kanıtı. Konser sırasında festivalin kurucusu olan ve aynı zamanda Jane’s Addictions’ın üyesi Perry Farrell ile de ‘Mountain Song’ şarkısını seslendiriyorlar. Bu hepimiz için de sürprizli bir an. Sahnenin konuklarından biri de Taylor Greenwood’du. Beraber ‘The Sky Is a Neighborhood’ şarkısını söylediler. Dave, dünden bugüne dahil olduğu tüm gruplardan topladığı enerjiyi sahnede ders verircesine gösteriyor. Biz de ilk onların müziğini keşfediş anımıza dönüyoruz. Foo Fighters’ı en verimli döneminde canlı izlemek lüks. En çok da bu tarz büyük çapta bir grubu ülkemizde uzun zamandır görmeyişimize üzülerek ayrıldım festivalden. Kafamın içinde ‘The Pretender’in gitarları yankılanırken...
- Metronomy, her geçen gün daha da iyi bir hal alıyor. Gitar ve synth’lerin ahengine şahit olurken yine bolca dans ediyoruz.
-London Grammar’in vokalisti Hannah Reid’in hem dolgun hem de naif sesine kulak vermek bir ayrıcalık. Sahnede minimal bir güzellik sunuyorlar. ‘Hey Now’ gibi hitlerini söylerken Berlin’e gelen sonbaharı iliklerimize kadar hissediyoruz.
- Anne-Marie, Türkiye’de daha iyi söylemiş, Berlin’de ise sıradan.