Ben hiç madene inmedim. Hatta bir madeni dışarıdan bile görmedim.
Sadece bir patlama olduğunda televizyonlarda izledim.
Bu yüzden maden, benim için hiçbir zaman “kara elmas”ın dönüşümü anlamına gelmedi.
Madenin anlamı hep gözyaşı oldu...
İşçilerin ölümü.
Eşlerinin, yakınlarının çığlıkları. Çocuklarının o an kavrayamadıkları yetimlikleri.
Ve...
Yoksulluk oldu.
Ölüm oldu. Hayatın öteki tarafı oldu.
İşte bu yüzden...
Galiba bu yüzden o haberleri izlemek istemedim. İzlesem de içine girmedim.
Tıpkı şehit haberlerinde olduğu gibi... Kaldıramayacağımı anladım.
Bazen kanal değiştirdim, bazen televizyonu kapattım.
Ama o geceler yatağımda onlar için hep dua ettim.
Annem gibi, “Herkesle birlikte bize de sağlık, huzur ve refah ver” diye...
Ama şu da var; o zamanlar bu haykırışları sahiplenenler çok oluyordu.
Onlar için en azından üzülen, çabalayan birçok kişi...
Benim de içim kan ağlıyordu tabii ki, ama birilerinin ellerinin onların üzerlerinde olduğunu biliyordum.
Hatta yalan da olsa hükümetler bile en azından vaatlerde bulunuyordu.
Kimse ‘Zonguldak’ın bu tür kazalara alışkın olduğunu, işçilerin de bunu bilerek işe girdiğini’ söylemiyordu.
Gazetelerin manşeti, televizyonların birinci haberi oluyordu...
Kimse duyarsız değildi..
Bu bana, onların orada yalnız olmadığı duygusunu; itiraf ediyorum, galiba biraz da güvence veriyordu.
Ama bu sefer... Bu sefer hiçbir şey alıştığım ve beklediğim gibi olmadı.
Sanki 30 kişinin o cehennemde can çekişiyor olması sıradanmış gibi...
Hatta onlar can çekişmiyor...
Onların aileleri aile değil, çocukları ağlamıyormuş gibi...
Bu sefer başkaydı.
Ben de başkalaştım.
Önceki akşam, televizyonu açtım. Kanal D muhabiriyle birlikte o madene indim.
Orada sıkıştım kaldım.
Sonra dışarı çıktım, eşleriyle birlikte feryat ettim. Çocuklarıyla ağladım.
Ve dua ettim: “Allahım, herkesle birlikte bize de sağlık, huzur ve refah ver.”
Sabah onların ölüm haberi geldi:
“Allahım bütün madencilere ve ailelerine sabır, kuvvet ver.”
Kimse isteyerek ölmez!
Haberin Devamı