Son günlerin en moda sözü şu; “İmralı sürecini baltalamayalım, barış sağlanmak üzere.” Yeni yönetimiyle artık AKP’nin daha istediği türden uysal çocuk hâline gelen bir gazetemiz günlerdir sanatçılara “Barış süreci” hakkındaki görüşlerini soruyor. Türkiye’nin eski yeni birçok sanatçısı bu kampanyaya röportaj veriyor. Hepsinin ortak söylemi şu; “Halk artık barış istiyor.”
Kimse “Ben barış istemiyorum” demez zaten. Ayrıca milyonlarca kişinin çok samimi olarak “barış istediğini” inkâr etmek de mümkün değil.
Ancak sorun şu; “ne olursa barış sağlanmış olacak?”
İşte cevabı verilemeyen daha doğrusu “verilmeyen” soru bu. Sanatçıların hayli nahif sözlerini okuyor ve umutlanıyorum. Örneğin sosyal medyada da çok etki yaratan Ayşen Gruda’nın “Gerekirse ben bile Kandil’e giderim” sözleri bir sanatçı duyarlılığının en üste çıkmış hâli.
Peki barış nasıl olacak?
Amaç PKK’nın terörü bırakması, silahlarını teslim etmesi ve dağdan inip hepimiz gibi normal yaşama karışması. Peki PKK bunun karşılığında ne istiyor? Ne olursa silah bırakacak? Kamuoyu bunu biliyor mu?
Hayır bilmiyor. Çünkü söylenmiyor.
Ama zihinler bulandırılıyor. “Apo’ya ev hapsinden, Kürt özerk bölgesine, ana dilde temel eğitimden, ikinci resmi dile kadar” her şey konuşuluyor da ne iktidar partisi ne de “teröre karşı iktidara kredi açan” ana muhalefet partisi herkesin anlayacağı ve kabul edebileceği bir metin yazıyor.
Her fırsatta “ben barış istiyorum” diyen herkesin zihninde “hangi koşullar gerçekleşirse barış olacak” sorusuna cevap da hazır olmalı. Aksi takdirde, yaptığımız kendi kendimizi tatmin etmekten farklı bir şey olmaz.
İktidara düşen ise “barışı baltalamayın” dayatması ile kamuoyunun üzerinde bir baskı kurmak yerine, artık “çözüm” olacak somut önerileri kâğıda dökmektir.
Yoksa bir ileri bir geri taktiği ile daha yıllarca bu konuyu konuşur durur ve birbirimizi yeriz. Terör ise hiç bitmediği gibi daha pek çok can almaya devam eder.
CHP ve MHP Başbakan’ın restine karşı tavır almalı
Başbakan Erdoğan sonunda restini çekti. “Mart ayına kadar bekleriz, uzlaşma sağlanamazsa kendi anayasa taslağımızı ortaya koyarız” dedi. Bununla da yetinmedi “Gerekirse BDP’nin desteğini de alırız” diye ekledi.
Aslında başından beri yazdığım, söylediğim buydu. Anayasa Komisyonu bir aldatmaca, bir alıştırma, zihinleri kapsama operasyonuydu. AKP ilk baştan beri zaten kendi anayasasını dayatmanın yollarını arıyordu.
Ama ilk günden bir anayasa taslağını ortaya koysa, cevap veremeyeceği sorularla karşılaşabilirdi. Bu nedenle CHP ve MHP sürece ortak edildi. Sonuçta ihale bu iki partiye kesildi “Muhalefet anayasayı tıkıyor” söylemi zihinlere kazındı. Şimdi ikinci perde başlıyor. AKP anayasasını getirecek ve referandum kapısını açacak. Çünkü referandumda, olağanüstü medya ve propaganda gücünü kullanabileceğini biliyor.
Şimdi AKP bu resti çektiğine göre CHP ve MHP oturup düşünmeli: “O Anayasa komisyonu’nun bir işlevi kaldı mı,” buna bakmalı. Sonra da “Martı bekleme, şimdiden getir anayasanı görelim” diyebilmeli.
THY kabin memurlarının yeni kıyafetleri tartışılıyor. Tartışmaya biz de dâhil olalım; hostesleri “kapatmak için” kullanılan kumaşların ağırlığı uçuş güvenliğini tehlikeye atar mı acaba?
(Gani Yıldız)
Saygun ailesine haksızlık etmeyin
Başbakan’ın Balyoz hükümlüsü emekli Orgeneral Ergin Saygun’u hastanede ziyaret etmesi çeşitli tepkilere neden oldu. Gerçi yandaşlar olayı hâlâ kafalarında bir yere oturtamamış durumda, biraz şaşkınlar.
Ancak Balyoz, Ergenekon gibi davaların kasıtlı, intikam amaçlı ve hukuk dışı olduğuna inanan çevrelerden Saygun ve ailesine tepkiler geldi. Saygun’un bu ziyareti reddetmesi gerektiğini söyleyenler aileye de ateş püskürüyor.
Bence bu çok yanlış ve anlamsız.
En azından hastane ziyaretine gelen kim olursa olsun geri çevrilmez. Ayrıca orgeneralliğe yükselmiş bir komutana da bu zaten yakışmaz. Ziyaret, yoğun bakımda olduğu için sürenin çok kısıtlı tutulmak zorunda kalınması nedeniyle Ergin Saygun’un özenli nezaketi eleştirilemez.
Sanıyorum biraz daha zaman olsaydı, Saygun Paşa hiç olmazsa “Değdi mi bütün bu yaptıklarınıza” derdi diye düşünüyorum.
Genelkurmay’dan sözlü üzüntü
Geçen hafta ısrarlı biçimde ve işin uzmanlarının beyanları ile siyasetçilerin verdikleri soru önergelerine dayanarak, Ege ve Akdeniz’deki gücümüzün, komutanların hapse atılmalarıyla birlikte karşı tarafların eline geçtiği iddialarını dile getirmiştim. Türk Deniz Kuvvetleri’nin içine düştüğü durum ve bunun Türkiye’nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarına ihanet olarak algılanabilecek söylemlere “siyasal otoritenin” bir cevap vermemesi üzerine sorularımı direkt Deniz Kuvvetleri Komutanı’na yöneltmiştim.
Ertesi günü Genelkurmay’dan arayan bir tuğgeneral “Genelkurmay Başkanımızın üzüntü ve kırgınlığını aktarmak istiyorum” dedi.
Genelkurmay Başkanı adına aradığını belirten tuğgeneral “Tutuklu komutanlarımız için çok üzülüyoruz. Bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını istiyoruz. Ancak onların durumu bahane edilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zayıfladığı, ülke çıkarlarının bu nedenle zedelendiği, Ege ve Akdeniz’de gücünü yitirdiği görüşlerine de katılmıyoruz” dedi.
Tuğgeneral “Ayrıca soruları bize sormanız da yanlış. Çünkü bunlar siyasi konular, bizim cevap vermemiz konumumuz gereği mümkün değil” diye devam etti.
Ben de kendisine şunu söyledim; “Bunu kasıtlı olarak yaptım. Çünkü günlerdir gerek benim sütunlarımda gerekse başka gazetelerde yayınlanan benzer haberlere iktidardan tepki gelmiyor. Ben de direkt Deniz Kuvvetleri Komutanı’na sordum. İstedim ki, komutan Genelkurmay Başkanı’na (Bizim cevap veremeyeceğimiz konularda sıkıştırıyorlar, durumu Başbakan’a anlatın, o cevabını verir) desin ve kamuoyunun bu konudaki merakı giderilsin.”
Ardından da “Ayrıca bu iddiaları şu anda tutuklu olsalar bile kısa bir süre öncesine kadar zaten bu politikaların içinde olan amirallerin beyanlarından öğrendik” dedim.
Tuğgeneral “Bu değerli komutanlarımızın içinde bulundukları psikolojik ortam nedeniyle duygusal davrandıklarını düşünüyoruz” cevabını verdi.
Tuğgenerale telefonu kapatmadan önce “kırgınlık konusu beni de üzdü. Ama Genelkurmay Başkanı’nı bu yazılarımla istemeden üzdüysem, özür dilerim” demeyi de ihmal etmedim.