Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce Türk Hava Kuvvetleri’ne bağlı bombardıman uçakları Uludere’de “terörist” sanılan bir gruba doğrudan ateş açmış, bombalama sonucu 34 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. O günden beri bu olayın ve sorumlularının açığa çıkması için çaba harcanıyor ama nafile.
Meclis’te kurulan araştırma komisyonu da sonunda pes etti ve iler tutar tarafı olmayan bir raporla yetinip konuyu kapattı. Ancak, komisyonun raporunda çok ilginç bir bölüm var. Raporda komisyonun ısrarlı tutumuna rağmen Genelkurmay’ın “gizlilik kaydı olduğu gerekçesiyle” hiçbir soruya cevap vermediği belirtiliyor.
Yani “sivilleştik” dediğimiz “şeffaflaştığımızı” ileri sürdüğümüz “ileri demokrasiye geçtiğimizi” haykırdığımız günlerde meğer Genelkurmay “eski alışkanlıklarını!” sürdürüyormuş.
Benzerini 28 Şubat’ta, “Susurluk Komisyonu” çalışmaları sırasında da görmüştük. O günün komisyonu herkesi dinlemişti ama sıra askeri kişilere gelince her şey tıkanmıştı.
Dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman Meclis’in “gelin ifade verin” çağrısına cevap verme tenezzülünde bile bulunmamıştı. O orgeneral şimdi ileri yaşına rağmen tutuklu.
Haydi diyelim ki “o günler zaten askeri vesayet günleriydi, askerin burnu havadaydı, ükenin sahibi olduğunu düşünüyordu.” Oysa iktidar ve yandaşlarına göre artık “Yeni Türkiye!” var ve artık askerin borusu ötmüyor.
Peki nasıl oluyor da şimdi Genelkurmay, herkesin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu hakkında yine bilgi verme tenezzülünde bulunmuyor? Bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın iktidara rağmen tavır koyabileceğine inanan var mı? Herhalde yoktur.
Genelkurmay, her alanda iktidarın emrinde olduğunu defalarca dile getirdi. O halde demek ki, eğer Genelkurmay bilgi saklıyorsa, burnundan kıl aldırmadığı için değil, iktidar böyle istediği için yapıyordur.
Eeee, buna “AKP iktidarının 28 Şubat’ı” demek yanlış mı olur?
Döndük geldik yine 2005’e
İsrail “telefonda özür diledi” diye bir zil takıp oynamadığımız kaldı. Nedense bu kadar sevinenler İsrail’in neden özür dilediğinin üzerinde pek durmuyor. Bölgedeki Amerika ile ortak çıkarları gereği Türkiye’nin “sorunlu” gibi görülmemesi için buna gerek duyulduğu ortada.
Gerçi iktidar da çok hazırmış özür dilenmesine. Hemen kabul etti. Yeter ki ABD Başkanı tanık olsun, telefondaki bir “pardon, üzüldük” lafı yetti de arttı bile.
Özürden sonra haberler çıkmaya başladı; Akdeniz’de, Kıbrıs açıklarında artık biz de söz sahibi olacakmışız, Rumlar gibi biz de petrol arayabilecekmişiz, Türkiye bölgeye ağırlığını koyacakmış, bu konuda İsrail de bize destek olacakmış.
Duyan da yeni bir şey oldu zannedecek.
Tutuklu tümamiral Cem Gürdeniz’in gönderdiği mektubu okumuştunuz bu köşede. (Ayrıntılarını ‘Hedefteki Donanma’ kitabında anlatıyor) Gürdeniz 2005 yılında Türk donanmasının caydırı gücü nedeniyle Rumların petrol aramaları yapamadığını, Rumlara destek olacak yabancı şirketlerin de Türkiye’nin tavrı karşısında bir şey yapamadıklarını anlatıyordu. O tarihlerde Türkiye Akdeniz’de petrol aramaları yapabilecek güç ve olanaklara kavuşmuştu.
Ancak her nasılsa bunu sağlayan Deniz Kuvvetleri’ne karşı operasyon başlatılmış ve amirallerin çoğu hapse atılmıştı. Meydanın boşalması üzerine Rumlar Akdeniz’de petrol aramaya başlamıştı, üstelik güvenliği de İsrail donanması sağlıyordu.
Şimdi İsrail “özür” diledi, döndük 2005’in şartlarına. Bölgede biz de petrol arayabileceğiz, İsrail’in himmetiyle. Arada Türk Donanması batırıldı.
Olsun, intikam alındı ya.
Kızamıktan sonra şark çıbanı
İki hafta önce CHP Gaziantep Milletvekili Mehmet Şeker ‘in bir soru önergesini sizlerle paylaşmıştım. Şeker, yeni Sağlık Bakanı’na yönelttiği önergesinde Suriye mülteci kamplarında kızamık vakalarının arttığını ve bakanlığın nasıl bir önlem aldığını soruyordu. Birkaç gün sonra da CHP Hatay milletvekili Mehmet Ali Ediboğlu’nun bir soru önergesini okudum.
Ediboğlu önergesinde Londra’da yayınlanan Al Awsat gazetesinin Halep’te Leishmaniasis, bilinen adıyla şark çıbanı salgını görüldüğünü yazdığını belirterek “Güney illerimizdeki kamplara buralardan çok sayıda sığınmacı geliyor, bakanlık bu ve benzeri salgın hastalıklarla ilgili ne yapıyor?” diyor ve şu iki soruyu soruyordu:
1- Türkiye’de sayıları 250 bin olarak açıklanan Suriyeli sığınmacıların varlığı biliniyorken ve bu sayı hızla artmaktayken, Bakanlık olarak bu salgın hastalıklar ile ilgili ne gibi önlemler almaktasınız?
2- Türkiye’deki sığınmacı kamplarında kalan veya evlerde barınan sığınmacılarda Şark Çıbanı, Kolera veya Tifo vakalarına rastlanmış mıdır? Rastlanmışsa kaç kişidir? Sınırların kevgire döndüğü bir ortamda bu salgınları nasıl önlemeyi düşünüyorsunuz?