Şehirler ve kadınlar...
.
Şehirleri gezmek güzeldir...
Ama şehirleri gezerken, şehrin öz kadınlarını gezmeniz gerekir...
Kiralık aşklar değil...
Kirasız gerçek; sahici sevgililer edinmeniz beklenir...
***
Cite-Universitaire’de, bohem bir öğrenci odasında kalmayan bir erkek; Paris’li bir kadını tanımış olmaz...
***
Ambelokipi’nin arka sokaklarında gecenin bir yarısından sonra adres aramayan bir adem; kendisini Atina’yı yaşamış da sayamaz...
***
Balat’ta otantik bir dükkanda, İstanbul’lu iki kadın tarafından intim bir akşama davet edilmeyen bir erkek, kendini İstanbul’lu addedemez...
***
Bir şehri bir erkeğe içselleştiren...
Şehri kendi şehri yapıp sevdiren;
O şehirde rastlayacağı, onunla kendi şehrini paylaşacak; o kadındır...
***
O ‘kadın’ı tanımadan; şehri tanıyamaz erkek...
Hayatında; “şehirden gelen o kadın olmamışsa“ o şehir erkeğin şehri mertebesine erişemez...
***
Islak bir Londra akşamında; muşambalarla kaplı soğuk bir evde ısınmamışsa bir erkek; Londra’yı kendi şehri olarak addedemez...
***
Kimona’nın katlarını sevgilisinin üzerinde görmemiş, sevgilisinin üzerinden çıkartmamış bir erkeğin; Tokyo’su sanaldır...
***
Tokyo’da randevu evlerine Türk Hamamı denir...
Japon sevgili yerine Türk Hamamı’na giden bir erkek; Japon sevgiliyi değil randevu evini görür...
***
Londra’da telefonla telekız çağırmak “sosyete tarafından revaçta bir trenttir...”
Bunu yapan erkek; İngiltere’den çok, kapitalizmin vardığı son noktayı deneyimler...
O nokta Londra değildir...
O nokta uluslararası kadın borsasıdır...
***
Likavitos tepesinde “sevgilinin sıcak evi ve kokusu yerine“, Voukurestiou’da Mavi Pansiyo’nun kadınlarını; dolar karşılığı kiralayan erkek; Yunanistan’ı değil, kadın pazarlayan; randevu evi borsasını tanır...
***
Bois De Boulogne’de; arabayla seyir halinde talep edilen “vizite”li kadın; Pont Neuf üzerinde Paris’li sevgiliyle yapılan öpüşmenin sıcaklığından uzaktır...
Bois De Boulogne caddelerindeki şişme bebekler “şişirilmiş güzellikleri“ sunsa da, “sevişmenin sahici ruhsal doyumunu“ veremezler...
***
Berlin; Kurfürstendamm ya da kısa adıyla Ku’damm’da; yol boyu müşteri arayan randevu evi kadınlarıyla “cazibeli bir turistik resim” verebilir...
Ama Platz Der Luftbrücke’deki bira festivalinde bulunur sahici ve gerçek Berlin’li kadınlar...
Uzun zaman sonra yakınlaştığınız; o kadınlardan birinin anısı sizde saklı kalır; Berlin’i sizin şehriniz haline getirir...
***
Şehirler gerçektirler...
Gerçek insanlarla; sahici ilişkilerle; hakikat haline gelirler insan ruhunda...
Hayatı ve şehirleri randevu evi kadınlarıyla görmeye çalışanlar;
Hakikati ıskalar...
Gerçeği yaşamaz...
Kenti özümsemez...
Ülkeyi fark etmez...
Kültürü görmez...
“Kadın”ı, “ruh“unu ve hayatın mozaiğini çözemezler...
Sahici yaşayanlar “sahi” olanı bulurlar...
“BÜTÜN YOLLAR ROMA’YA ÇIKAR...”
“Bütün yollar Roma’ya çıkar...
Yılmaz Karakoyunlu bu sözü “tarihin en çapkın“ (kimine göre en hırslı) kadını Messalina’ya kocası Claudius tarafından söylendiğini yazıyor...
İmparator Claudius, bayındırlık hizmetlerine meraklıydı...
Bütün yolların Roma’nın merkezine ulaşması talimatını vermişti...
***
Roma’da Adalet Sarayı’nı inşa ettiriyordu Claudius...
“Bütün yollar Roma’ya çıkar” diyerek, her şeyin “hukuk”a göre belirlenmesini istiyordu...
***
Claudius’un çapkın eşine “bütün yollar Roma’ya (Adalet Sarayı’na) çıkar“ demesi ise manidardı...
Karısının neyinden bezip de “hukuk”a sığınmak yoluna gidiyordu Claudius bilmiyorum...
Fakat son zamanlarda bende, çok gittiğim halde; çok fazla şehrim haline gelmeyen Roma önün geçemediğim bir çekim merkezi haline geliyor...
***
Roma’ya gitmeyi...
Roma’ya gitmesem de Roma’yı gitmeden Roma’yı yaşamayı...
Federico Fellini’nin şehrini iliklerimde hissetmeyi...
Maestro’nun cazibesindeki “İtalyan’ın anlamını özümsemeyi...”
Ruhumu “Bir miktar İtalyan esintilere bırakmayı“ arzuluyorum...
***
Hep Paris’ten estetik...
Hep İstanbul’dan varoluşçu bir kimlik... Hep Atina’dan “bohem bir Akdeniz’lilik“ içime işledi durdu...
Son zamanlarda fark ediyorum ki; Yemekte “al dente” bir tadın...
Yaşamda “genişinden bir ailevi“ hazzın...
Şarapta “kırmızıdan ibaret“ bir masanın...
Kadınlarda “İtalyan’lara mahsus bir cazibe standartı“nın...
Giyim kuşamda önüne geçemediğim “marka”larının...
***
Nihayet;
Godfather’de Al Pacino’nun; Mafya Bala’lığından ince ince aile babalığına geçen çizgisinin...
Roberto Benigni’nin “Hayat Güzeldir” filmindeki muhteşem baba’lığının... Federico Fellini’nin “Nine” filmindeki, inişli çıkışlı bohem’inin... Maestro Fellini’nin annesinden başlayarak;
hayatındaki kadınlarla, yumuşak ve duygusal hesaplaşmalarının...
Etkisi ve dejavu’su altındayım...
***
Uzun zamandır İtalyan kelimesi “Kelebek Etkisi“ gibi bir etki yaratıyor üzerimde...
“Bizi ayakta tutan ailelerimiz var...” der İtalyan’lar...
Kadınları...
Şarkıları...
Estetiği...
Sineması...
Şarabı...
Giyimi...
Kuşamı...
Markaları...
Ve aurasıyla, hak ede ede geliyor İtalyan etkisi kalbimin üzerine...