Hayalimin ilk gazetecisiyle yaşadığım en büyük hayal kırıklığım...
.
Hayallerimin "gazeteci"siydi o...
Bu mesleği seçmemin...
Bu meslekte ulaşmayı amaçladığım yerin...
Bu mesleğin onurunun...
Bu mesleğin gururu olarak gördüğüm mertebenin...
Uzun yıllar değişmez ismi...
Değiştirilemez rol modeliydi o...
***
İnsanlar bir hobiye, bir ilgiye, bir mesleğe yöneldiklerinde, "görselleştirdikleri bir rol modeli"ni benimserler...
O rol model onlara, yaptıkları işi sevdirir, ilham verir, cesaretini artırır, aidiyet hissiyle 'yalnız'lığını giderir...
***
Gazeteciliğe başlarken "benim iki rol modelimden biri oydu..."
Onu yakından tanıdığım ilk gün geliyor gözümün önüne...
Ne yapacağımı bilememiş; onunla konuşabilmek, onu yakından tanımak, mesleği nasıl yaptığını öğrenebilmek için, bir öğle yemeği ısmarlamayı teklif etmiştim...
***
O ise şatafatlı bir yemek yerine; "köfteciden köfte söyleyelim..." demişti...
-"İnegöl köftecisi var buralarda..." demiştim...
-"Ne iyi olur oradan ısmarla sen bize... Ben köfte yemeyi özledim..." demişti...
Söylediği her laftan sihirli anlamlar çıkartıyor; 'parıltılı'larla süslediğim konuşması bitmesin diye köfteleri yavaş yavaş yiyordum...
***
Yemekten sonra; "hayalimde onun gibi bir gazeteci olmanın rüyalarını görerek" mesleğime dört elle sarılmıştım...
Bir kendi başarılarıma seviniyordum...
Bir de onun başarılarına...
Bir kendi başıma kötü bir şey gelsin istemiyordum...
Bir de onun başına...
O kadar seviyor, o kadar içselleştiriyordum onu...
***
İlk hayal kırıklığını onu tanıdıktan birkaç yıl sonra yaşadım...
Milliyet gazetesi henüz 24
yaşında beni Atina'ya
göndermeye karar vermişti...
"Büyük ve çok zor" bir görevdi benim için...
Genç yaşımda, "Türkiye'nin o günlerde en büyük düşmanı görünen kapı komşusunda" Milliyet gibi bir gazetenin temsilcisi olma fikri bile beni heyecanlandırıyordu...
Gazetede benim Atina'ya gönderiliş fikrine karşı; büyük bir kampanya vardı...
Geniş bir lobi; benim oraya gitmemem için her türlü faaliyeti yürütüyordu...
***
Ben ise önce kendi içimde ve kafamda meseleyi çözmeye çalışıyordum...
Kalbimin pusulası onu gösteriyordu...
-"Onu bul..." diyordu kalbim;
-"Onunla konuş... O seni anlar... O sana ilham verir... O seni yüreklendirir..."
***
Bir süre sonra hayat karşıma çıkardı onu...
-"İşlerimi bitireyim... Akşam konuşacağım seninle..." dedi...
Gece bir araya geldik...
Ondan Atina görevimle ilgili sadece bir küçük destek, yüreklendirici bir sözcük, 'yapabileceğime inandığını söyleyen' bir tümce bekliyordum...
Hepsi o...
O ise, o gece beni yüreklendirici hiçbir konuşma yapmadı...
-"Başaramazsan hiç başka müsebbipler arama... Suçu kendinde bul... Bana da gelme... Beni anlamadılar... Haberimi koymadılar... Tuzak kurdular falan deme sakın..." dedi...
***
Sert konuşuyordu...
Ben ise onun her sözünden pırıltılı bir anlam çıkardığımdan;
Bu konuşmasını "beni
zorluklara karşı eğitme konuşması" olarak alıyordum...
Onu o kadar seviyordum ki, yaptığı şeylere uzun yıllar toz konduramadım...
Bir gazetecilik idolü, bu mesleğin onurunu kurtaran yılmaz bir savaşçı, bağımsız gazeteciliğin yürekli bir kahramanı olarak gördüm onu...
***
Etkili ve yetkili muktedirlerin o yıllarda üstüne gittiklerinde;
"bağımsız görünen duruşu" bana gazeteciliğin özgürlüğü ve cesareti olarak gelirdi...
Sonra yavaş yavaş, davranışlarındaki motivasyonun "çok başka nedenleri" olduğunu görmeye başladım...
"Bağımsız gazetecilik, özgür habercilik" şiarlarından çok daha başka saiklerle hareket ettiğini fark ettim...
Kırıldım ve kızdım...
Sanırım "benim onda bulduğum hayallerime sahip çıkmamasının, onları anlamamasının, beni kendisine rakip görmesinin" verdiği aşınmışlıklar; beni ona karşı sert ve uzak tutmaya başlamıştı...
***
Hayal kırıklığının esas nedeni bir insanla ilgili "hayaller"inizdir...
Hayallerinizin olmadığı kişiye karşı "hayal kırıklığı yaşamazsınız..."
Onunla ilgili "hayal"iniz yoksa, "kırılacak bir hayaliniz de kalmaz..."
Ona en büyük hayal kırıklığını duymamın nedeni; "onun benim gazetecilikte ilk rol modelim" olmasıydı...
"Gazetecilik tarifini bile onunla yapmaya" başlamamdı...
***
Tarifini üzerinden yaptığım "gazetecilik" rol modelimin; aslında bir gazeteciden çok daha başka bir şey olduğunu anladığımda, ondan soğumadım...
Gazetecilikten soğudum...
35 yıl boyunca yaptığım mesleğin bana ilham veren rol modelinin "rol"üyle benim uzaktan yakından
bir ilgim yoktu...
Hayatım boyunca da olmamıştı...
Sanırım; Atina'ya giderken
bana yaptığı konuşma; "zorluklara karşı beni eğitme konuşması değil", beni o görevden yıldırma ve
soğutma konuşmasıydı...
Emindim ki, sonraki yıllarda önüme koyduğu bütün mesleki blokajlar; ifa ettiği bir başka rolün hayat üzerindeki izdüşümleriydi...
İnsanın bilinçaltına bir sevgi girdi mi, kolay kolay çıkmıyor oradan...
Gazetecilikteki ilk rol modelimin hayatından çıkarttığım ibret; beni
ondan değil, gazetecilik diye yapılan şeyden soğuttu sonunda...
35 yıl...
Biraz geç oldu ama...
Çocuklarımı "gazetecilik gibi görünen uzaktan kumandalı bilgisayar oyunundan" uzak tutabilmek için hala vaktim var...
KİM BU KİŞİ?
Aslında çok ünlü bir kişiyi yazdım...
Ama kim olduğu anlaşılmasın diye, özellikle hiç kimsenin tanıyamayacağı bir şekilde yazdım... Amacım deşifre etmek değil çünkü; Hayattan aldığım aldığı ibretleri okuyucumla paylaşmak ve hayatın rezümesini çıkarabilmek...
Satırlarımdan anlaşılacağı gibi artık bir kavganın içinde değilim...
Ne ki hayatın kayıtlarını törpüleyerek, insanlara ibret olacak yönlerini açığa çıkartacak şekilde sunmanın "evrene ve insanlığa katkı olduğunu" düşünüyorum...
***
Deşifre etmeden portre yazma
tekniği ise bana ait değil...
İnceliklerini üstat Çetin Altan'dan öğrendim...
Uzun yıllar önce, yazdığı "Sınıf Arkadaşı" portresi beni derinden sarsmış, o kişinin kim olduğunu bulabilmek için yırtınmıştım...
Hiçbir ipucu beni o kişiye götürmüyordu...
Çetin Altan da kitaba benim ondan esinlenerek yazının başına koyduğum ibareyi koymuştu...
"Aslında çok ünlü bir kişiyi yazdım... Ama onu özellikle hiç tanınmayacak özellikleriyle yazdım ki, kimse onun
kim olduğunu anlayamasın..."
***
Üstadın hiçbir kitabından ya da yazısından o kişiyle ilgili bir ipucu çıkmıyordu...
Bir gün bir yerde uzun bir röportaj verdi...
Orada bir sınıf arkadaşından bahsetti...
Onu bir portre olarak yazdığını söylemiyordu...
Fakat başka bir şeyi anlatırken
"o ünlü kişinin kendisinin sınıf arkadaşı" olduğunu söylüyordu...
Orada verdiği bir ayrıntı, yıllar
önceki kitabındaki Sınıf Arkadaşı portresinde olan ayrıntıydı...
O zaman o portrede yazılan kişinin "Orhan Boran" olduğunu anladım...
Umarım ben bir röportajda tongaya düşmem ve kimse benim yazımdaki kişinin kim olduğunu anlamaz...
Hala içim kıyamaz ona çünkü...